Cizre’de 14 Aralık 2015 tarihinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı 79 gün kesintisiz ve tam zamanlı olarak devam ettin. Bu sürede yüzlerce insan katledildi. Ancak en dehşet verici olanı katliam toplumsal hafızaya “vahşet bodrumları” olarak yerleşen, üç bodrum katında ve civarında canlı yayına bağlı oldukları sırada vahşice katledilen 177 kişi oldu. Bu bodrumlardan biri olan ve babasına telefonla ulaşan Derya Koç’un son sözleri şunlar olmuştur: “Alt kattaki bodrumda yaklaşık 20 yaralı arkadaşımızı yakarak katlettiler. Biz de geriye 20 kişi kaldık. Şu an etrafımız tanklarla çevrilmiş durumda. Bize de ateş açıyorlar. Biz de yanabiliriz her an.” Bu vahşi katliam BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Mart 2017 yılında yayınladığı rapora, “Şırnak’ın Cizre ilçesinde de bombardımandan kaynaklı yangınlarda yaşamlarını yitirmelerinden önce, kadın, erkek ve çocuğun bodrum katlarında, susuz, elektriksiz, yiyeceksiz bir şekilde haftalarca herhangi bir tıbbi yardım alamadan yardım beklediği, daha sonra binaların tamamen yıkılarak olası bütün delillerin yok edildiği” şeklinde kayda geçirilmiştir.
Katliamın Metodları: Yakma ve Yok Etme
Cizre’de, bodrumlara sığınan insanlar kimyasal ya da yüksek tahrip gücü olan silahlarla yakıp yok etme yöntemi, yalnızca bireyleri öldürmekle kalmayıp, toplumsal hafızayı ve aidiyeti de yok etmeyi hedefler. Yakma, bir insanın kimliğini ortadan kaldırmak, onların fiziksel varlığını tamamen silmek amacı taşır ve bu, tüm bu katliamlarda ortak bir uygulama olarak karşımıza çıkar.
Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramı, bireylerin totaliter rejimler altında ne denli sıradan görevleri yerine getirirken korkunç insan hakları ihlallerine nasıl katılabildiğini sorgulayan güçlü bir felsefi çerçeve sunar. Bu kavram, 2015-2016 yılları arasında Cizre’de yaşanan sokağa çıkma yasakları sırasında, özellikle bodrum katlarında mahsur kalan sivillere karşı uygulanan devlet şiddetiyle derinlemesine ilişkilendirilebilir. Cizre’de yaşanan vahşet ve Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” teorisi üzerinden bu olayların incelenmesi, devletin nasıl yapısal şiddeti meşrulaştırıp bireylerin bu şiddeti rutin görevler olarak yerine getirmesini sağladığını anlamamıza yardımcı olabilir.
Cizre Bodrumları Katliamı: Devlet Şiddetinin Zirvesi
Cizre’deki bodrum katlarında yaşanan katliamlar, Türkiye’deki Kürt çatışması bağlamında devletin baskı politikasının ve şiddet araçlarının en yoğun yaşandığı anlardan birini temsil eder. O dönemde rejim güçleri tarafından uygulanan operasyonlar sırasında Cizre’nin çeşitli bölgelerinde halk, bodrum katlarında sıkışmış ve yardım çağrıları ulusal ve uluslararası kamuoyunda yankı bulmuştu. Ancak bu çağrılara rağmen, devletin bu insanlara müdahalesi, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği tarafından da belirtildiği gibi, ciddi insan hakları ihlallerine yol açtı. Bodrumlara yapılan saldırılar sonucunda çok sayıda insanın yakıldığı, boğularak öldüğü ve ağır bombardımanlarla yok edildiği ifade edildi. Bu saldırıların, sistematik bir şekilde güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirildiği ve özellikle kimyasal silahlar ya da yüksek tahrip gücüne sahip silahların kullanıldığına dair iddialar ortaya atıldı.
Bu tür bir insanlık dışı uygulama, Arendt’in Naziler dönemindeki Yahudi soykırımını analiz ederken ortaya attığı “kötülüğün sıradanlığı” kavramı üzerinden incelendiğinde, korkunç sonuçlara yol açan şiddetin nasıl günlük bir işleyişin parçası haline getirildiğini ortaya koyar. Nazilerin toplama kamplarında Yahudilere uyguladığı sistematik soykırım, bireylerin devlet tarafından düzenli olarak yürütülen bir “görev” olarak katıldıkları, düşünme ve sorgulama yetisinden mahrum bırakıldıkları bir kötülük biçimi olarak karşımıza çıkar. Arendt, Eichmann örneğinde olduğu gibi, bu bireylerin vicdanen yanlış olduğunu bilseler de, emirleri sorgulamaksızın yerine getirdiklerini ve sistemin bir dişlisi haline geldiklerini belirtir.
Sorgusuz Sualsiz Şiddet
Arendt’in kavramı Cizre’de yaşanan katliamlarla doğrudan ilişkilendirilebilir. Cizre’de bodrumlarda mahsur kalan sivillere karşı uygulanan şiddet, bireylerin devlet emirlerini yerine getirme adına sorgusuz sualsiz katıldıkları bir süreç olarak değerlendirilebilir. Devletin adamları, sivillere yönelik bu vahşi saldırıları bir “terörle mücadele” ya da “devletin bekası” adına meşrulaştırmış ve bu şiddeti rutin bir operasyon olarak uygulamıştır. Bu adamlar sivillere yönelik insanlık dışı şiddet uygularken, bu eylemlerini sorgulamamaları ve bu katliamlara rıza göstermeleri, Arendt’in tanımladığı sıradan kötülük kavramının somut bir örneğini oluşturur.
Bu noktada devletin resmi söylemi, operasyonların “terörle mücadele” çerçevesinde yapıldığını ve bu saldırıların meşru savunma olduğunu iddia eder. Ancak sivillere yönelik bu sistematik şiddet ve ölüm, aslında Nazilerin Yahudi soykırımı sırasındaki uygulamalarına benzer bir yapıyı işaret eder. Toplama kamplarında Yahudilere yönelik yapılan zulüm gibi, Cizre bodrumlarında da bireyler kimliklerinden ötürü hedef alınmış ve insani değerler göz ardı edilerek katledilmiştir.
İtaat ve Vicdanın Sönmesi
Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramında asıl vurgulanan nokta, bireylerin sorgulamadan itaat etme yetisinin ne denli güçlü olduğudur. Cizre’de görev yapan devletin adamlarının da benzer bir mekanizma içinde, emirleri sorgulamadan yerine getirerek sivillere yönelik katliamları gerçekleştirdikleri söylenebilir. Bu süreçte, devletin ideolojik aygıtları ve güvenlik söylemi, bireylerin vicdanlarını bastırarak, şiddetin ve ölümün sıradanlaşmasına olanak tanır. Bireyler, öldürme eylemini rutin bir iş olarak görmeye başlarlar ve bu durum, devletin baskı rejimini sürdürebilmesi için kritik bir işlev taşır.
Aynı şekilde, Nazilerin Yahudi soykırımı sırasında da SS subayları ve diğer görevliler, katliamları adeta bir fabrika düzeni içinde gerçekleştirmişlerdir. Arendt’in incelediği Adolf Eichmann’ın duruşmasında, Eichmann, Yahudilerin katledilmesinde sadece “emirleri yerine getirdiğini” savunarak sorumluluktan kaçmaya çalışmıştı. Bu tür bir itaat, Cizre’de sivillere yönelik uygulanan şiddet ve baskının temelini de oluşturur.
İnsanlık Dışı Şiddetin Meşrulaştırılması
Cizre’de yaşanan olaylar, devletin şiddetini nasıl meşrulaştırdığına dair önemli bir örnek sunar. Devlet, bu tür katliamları “terörle mücadele” adı altında sunarak, bireylerin vicdanlarını rahatlatır ve onların bu katliamları sorgulamadan kabul etmelerini sağlar. Arendt, Nazi Almanyası’ndaki bu mekanizmanın benzerini analiz etmiş ve devletin, insanlık dışı şiddeti nasıl sıradanlaştırarak bireyleri bu şiddetin bir parçası haline getirdiğini ortaya koymuştur. Aynı şekilde, Cizre’deki şiddet de devletin resmi söylemiyle meşrulaştırılmış ve bu sayede bireyler, vicdanlarını bir kenara bırakarak katliamlara katılabilmiştir.
Cizre’de bodrumlara yapılan saldırılarda kullanılan kimyasal silahlar ve yüksek tahrip gücü olan patlayıcılar gibi yöntemler, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı üzerinden incelendiğinde, bu şiddetin planlı, sistematik ve bireylerin katılımıyla gerçekleşen bir süreç olduğunu gösterir. Devletin kolluk güçleri, bu katliamları sorgulamadan uygulamış ve sivillerin ölümüne sebep olmuştur.
Sonuç: Sıradan Kötülüğün Kurbanları
Cizre’de bodrumlarda yaşananlar, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla derinlemesine ilişkilendirilebilecek bir şiddet örneğidir. Devletin baskı ve şiddet aygıtları, bu tür katliamları sıradan görevler haline getirirken, bireylerin vicdanları devre dışı bırakılır. Güvenlik güçleri, terörle mücadele adı altında sivilleri hedef alarak onları katlederken, bu eylemleri sorgulamadan yerine getirirler. Arendt’in Nazi dönemindeki soykırım analizinde olduğu gibi, Cizre’de yaşanan katliamlar da bireylerin sıradan görevleri yerine getirirken insanlık dışı eylemlerde bulunabileceklerini gösterir.
Cizre, Srebrenitsa, Auschwitz
Cizre’de 2015-2016 yıllarında yaşanan olaylar, insanlık tarihindeki diğer büyük katliamlarla, özellikle Sırp kuvvetlerinin 1995’te Srebrenitsa’da Boşnaklara ve Nazi rejiminin II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere Auscwhitz başta olmak üzere kamplarda yaptığı soykırımlarla karşılaştırıldığında, benzer acımasızlıklar ve insanlık dışı uygulamalar barındırmaktadır. Her üç olayda da sivillerin hedef alınması, toplu katliamlar, yakma ve yok etme stratejileri ile insan haklarının ihlal edilmesi, devlet ya da milis güçlerinin sistematik şiddet eylemleriyle birleşmiş ve derin insani trajedilere yol açmıştır.
Cizre’deki bodrum katlarında yaşanan ölümler, Şebnem Korur Fincancı’nın da belirttiği gibi, bu olaylar, savaşan iki tarafın değil, tamamen savunmasız sivillerin hedef alındığı bir katliamı yansıtıyordu. Bodrumlarda mahsur kalan çocuklar dahil olmak üzere birçok sivil, ağır silahlar, kimyasal olduğu iddia edilen maddelerle ve yakılarak öldürüldü. Özellikle bodrumlarda bulunan küçük çocuklara ait kemikler, Fincancı’nın aktardığı üzere, bu vahşetin boyutunu gözler önüne seriyor. Bu çocuklar savaşçı değildi; sadece bir şehirde hayatta kalmaya çalışan savunmasız sivillerdi.
Srebrenitsa Soykırımı: Bir İnsanlık Trajedisi
1995’te Srebrenitsa’da Sırp kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen katliam, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan en büyük soykırım olarak kabul edilir. Yaklaşık 8.000 Boşnak Müslüman erkek ve çocuk, Birleşmiş Milletler tarafından “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenitsa’da katledildi. Sırp güçleri, bu bölgedeki Boşnakları toplu bir şekilde infaz ederek toplu mezarlara gömdü. Kadınlar ve çocuklar ise zorla yerinden edilerek korkunç insan hakları ihlalleri ile karşılaştı. Bu katliam, hem devlet kontrolü altındaki güçlerin hem de milliyetçi milislerin katılımıyla gerçekleşti ve uzun süreli bir etnik temizlik kampanyasının parçasıydı.
Nazi Soykırımı: Yahudilerin Sistematik İmhası
Nazi Almanyası’nın II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere uyguladığı soykırım, tarihin en acımasız ve planlı katliamlarından biridir. Toplama ve ölüm kamplarında milyonlarca Yahudi, Roman, engelli ve diğer “istenmeyen” gruplar gaz odalarında sistematik olarak katledildi. Naziler, kamplarda çocuklar, yaşlılar ve kadınlar dahil olmak üzere sivil halkı hedef aldı ve onları endüstriyel bir şekilde öldürdü. Bu soykırımın en temel unsuru, insan hayatının tamamen değersizleştirilmesi ve insanların, kimliklerinden dolayı hedef alınarak yok edilmesiydi.
Ortak Unsurlar: Sistematik Şiddet ve Sivillere Yönelik Katliamlar
Cizre, Srebrenitsa ve Nazi soykırımı arasında dikkat çeken en büyük benzerlik, sistematik olarak sivillerin hedef alınmasıdır. Her üç durumda da, devlet veya paramiliter güçler, çatışma bölgesinde yaşayan masum sivilleri, terörist, düşman ya da “istenmeyen” unsur olarak tanımlayarak onları öldürme, sürgün etme veya yakma politikası güttü. Özellikle Cizre’de bodrumlara sıkışan çocuklar ve kadınlar, herhangi bir askeri tehdit oluşturmadıkları halde katledildi. Bu durum, savaşın etik kurallarının tamamen ihlal edildiğini ve savaş suçu işlendiğini ortaya koymaktadır.
Bu katliamlarda, özellikle çocukların hedef alınması, şiddetin ne denli acımasız bir hale geldiğinin göstergesidir. Cizre’de, Fincancı’nın da belirttiği gibi, 9-10 yaşlarında bir çocuğun çene kemiği bulunurken, Srebrenitsa’da da Sırp güçleri genç erkek çocuklarını infaz ederek toplu mezarlara gömmüştü. Nazi soykırımında ise Yahudi çocukları gaz odalarına gönderilerek sistematik bir şekilde öldürüldü. Çocukların bu katliamlarda özel olarak hedef alınması, çatışmaların sadece askeri bir hedefi olmadığını, bir toplumun gelecek neslini yok etmeye yönelik olduğunu gösterir.
Katliamın Metodları: Yakma ve Yok Etme
Her üç durumda da, yakma ve yok etme yöntemleri dikkat çeker. Nazi kamplarında Yahudiler gaz odalarında öldürüldükten sonra fırınlarda yakıldı. Srebrenitsa’da Boşnak cesetleri toplu mezarlara gömülmeden önce parçalara ayrıldı. Cizre’de ise, bodrumlara sığınan insanlar kimyasal ya da yüksek tahrip gücü olan silahlarla yakılarak öldürüldü. Fincancı’nın Cizre’de bulduğu çocuk kemikleri ve yanmış insan bedenleri, bu yöntemin ne denli yaygın kullanıldığını gözler önüne seriyor. Bu tür yöntemler, yalnızca bireyleri öldürmekle kalmayıp, toplumsal hafızayı ve aidiyeti de yok etmeyi hedefler. Yakma, bir insanın kimliğini ortadan kaldırmak, onların fiziksel varlığını tamamen silmek amacı taşır ve bu, tüm bu katliamlarda ortak bir uygulama olarak karşımıza çıkar.
Devlet Aygıtlarının Rolü
Bu katliamların bir diğer ortak noktası, devlet aygıtlarının bu şiddeti organize etmesi ya da sessiz kalmasıdır. Nazi Almanyası, soykırımı devletin bütün aygıtlarıyla planladı ve uyguladı. Sırp devlet güçleri de Srebrenitsa’da Boşnakları hedef alarak bu katliamı gerçekleştirdi. Cizre’de de Türk kolluk kuvvetleri sivil halkı hedef alarak bodrumlarda sıkışan insanlara yönelik sistematik bir şekilde şiddet uyguladığı görülmektedir. Devletin bu tür katliamlara doğrudan katılması veya göz yumması, savaş suçlarının en önemli özelliklerinden biridir. Bu durum, devletin kendi çıkarları doğrultusunda, savaş koşulları altında insan haklarını ihlal etmekten çekinmeyeceğini gösterir.
Sonuç: Ortak Bir İnsanlık Suçu
Cizre’de bodrum katlarında yaşananlar, Srebrenitsa soykırımı ve Nazi toplama kamplarında yaşananlarla benzer bir insanlık suçunu ortaya koymaktadır. Bu katliamlar, savaşın ötesinde, sivillere yönelik planlı ve sistematik bir yok etme politikasının parçası olarak karşımıza çıkar. Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı burada da geçerlidir; bireyler, devletin yönlendirmesiyle, sivilleri hedef alıp öldürmeyi sıradan bir iş haline getirirler. Bu tür katliamlar, insanlığın en karanlık yüzünü gösterirken, aynı zamanda uluslararası toplumun bu tür suçlarla mücadele etme sorumluluğunu hatırlatır.
Cizre’deki vahşet, Boşnakların yaşadığı acımasız soykırımla ve Yahudilerin Nazi Almanyası’ndaki kitlesel katliamlarla yan yana konulduğunda, insanlık tarihinde savaş suçlarının nasıl tekrarlanabileceğini ve trajik sonuçlara yol açabileceğini bir kez daha hatırlatmaktadır.