Şırnak’ın bir köyünde, 1970 yılında dünyaya geldim. Yedi kız ve bir erkek kardeştik. Tek erkek kardeşim vardı, o da şehit oldu. Ondan sonra da üç erkek kardeşim daha oldu.
Biz köyden şehir merkezine gediğimizde daha küçüktük. O zamanlar şimdi olduğu gibi yine savaş vardı. 90’lardaki çatışmalarda köyümüzdekiler korucu olmadı, yani korucu olmadığımız için köyden çıkmak zorunda kaldık. Babam tutuklandı o zaman. Daha 10 yaşındaydım bunlar olduğunda. Babamı partiye çok gidip geliyorsun diye suçlayıp, tutukladılar. O zaman çok baskı vardı, aynı şimdiki gibi insanlar hep tutuklanıyordu, öldürülüyordu. 90’larda tıpkı şimdiki gibi devlet ve korucular bize zulüm ediyorlardı. Elbette biz başarılı oluyorduk, ama onlar fırsat buldukça bize zulüm ediyorlardı.
Biz şehir merkezine geldikten sonra buradan çıkmadım, birkaç yıl sonra da eşimin ailesi buraya geldi. Biz burada hiç kimseyi tanımıyorduk. Ben evin en büyük kızıydım. Çocukluğumda öyle çok oyun oynayan biri değilim. Evde annem ne iş yaparsa hadi ben de yapayım diyordum. Annem yemek yapardı, elbise dikerdi, nakış işlerdi. Ben de yapmak isterdim. Bir nevi annemin yardımcısıydım. Babamsa kömür alıp satardı, sonra babam tutuklandı 90’larda. Tam hatırlamıyorum ne kadar tutsak kaldığını ama salıverildikten sonra babam 2009’da tekrar tutuklandı. İçerde kaldı ama çıktı bir süre sonra, geçenlerde de bir kaza geçirdi, ayağına demir saplandı.
Ben okula hiç gitmedim. Erkek kardeşim gitti, ancak kızlar okumadı. Kızlar da okula gidiyordu ama insanlar bunu pek hoş karşılamıyordu, babam da aynı fikirdeydi. O yüzden biz okula gitmedik. Bu konuda insanlar devlet gibi düşünüyordu, babamın fikri ise daha çok partiye yakındı. Biz korkuyorduk. Babam fazla dışarı çıkmayın diyordu, o yüzden biz de çok dışarı çıkmıyorduk. Hepimiz Kuran okuyorduk. Babam kızlarını hiçbir yere göndermezdi, o yüzden çalışmadım dışarıda hiç. Şimdi evlenmeyen bir kardeşim var, o çalışıyor, babam artık çok çalışamıyor diye. Ama bu yıl babam özel bir şantiyede bekçilik yapıyor. Devletle de hiçbir ilişkisi yok bu şantiyenin. Diyordu ki çocuğum okuyor, ben mecburum çalışmaya.
Ben 16 yaşında evlendim. Eşimi babam tanıyordu, ama ben şahsen onu tanımıyordum. Yani bir aşk evliliği yapmadım. Düğün gününe kadar da birbirimizi hiç görmedik ve düğün gününe kadar hiç konuşmamıştık birbirimizle. Düğün de yapmadık, gelinlik de giymedim zaten. Erkek kardeşim dağa gitmişti, o yüzden evde bir yas hali vardı.
Elbette gelinlik giymeyi isterdim, eğer kardeşim gitmemiş olsaydı. Eşim kömür ocağında çalışıyordu önceden ama sonra kalp hastalığı çıktı. Kriz geçirdi, hastalandı ve tedavi olmaya başladı. Zor işler yapamıyor, doktor da ona bir daha bu işi yapmamalısın dediği için bıraktı kömür işini. Benim altı çocuğum var. Bir tanesi öldü. Bir tanesi evlendi, şimdi de evlenmeyen iki kız iki erkek çocuğum var. Çocuklarımın hepsi okula gittiler, bir tanesi şu anda üniversitede okuyor, bir tanesi de evlendi. Benimle yaşayan üç çocuğum var.
İlk çocuğumu 18 yaşındayken doğurdum, çok korktum. Doğumdan sonra çok hastalandım. Ben çocuğumu saklıyordum doğduktan sonra, onu babamın evine götürmeye utanıyordum, bir teyzemin kızı vardı, o diyordu bana bırak. O zamanlar ayıptı insanın kendi çocuğunu ulu orta sevmesi. Biz utanıyorduk her şeyden, şimdiki gibi eşimizin yanında oturmuyorduk. Ancak kaynanamdan hiç eziyet görmedim. O beni, hâlâ kızı gibi seviyor. Hayatım geçen yılki çatışmalara kadar iyi geçiyordu burada. Bu çatışmalardan sonra çok perişan olduk.
Sokağa çıkma yasakları…
Devletin askerleri çatışma başlattı, gençler de bunu kabul etmedi. Gençlerle devlet arasında çatışmalar başladı. Kimi alsalar işkence yaptılar. Mahallenin gençlerini gözaltına alıyorlardı, cezaevlerine koyuyorlardı falan… Mahalledekiler bunu kabul etmedi ve çıkıp hendekler kazıdılar. Bizim sokaklarımıza girmesinler, insanlara eziyet etmesinler, biz bunu kabul etmiyoruz, diyordu gençler. Bütün gençler ayaklanmıştı, çok çalışıyorlardı. Ben sahura kadar pencereden dışarıya, onlara bakıyordum. Gençlerden hiçbiri bize zarar vermedi.
Sokağa çıkma yasaklarını ilk belediyenin hoparlörlerinden anonsla haber verdiler. Anonsla bize diyorlardı ki: “Şırnak Valisinin emri ile saat gece on birden sonra sokağa çıkma yasağı var!”. Ben ve babası da “Biz buradan gidip çocuğumuzu çatışmaların içinde bırakmayacağız.” diyorduk. Oğlum da çatışmaların ortasındaydı. Biz Şırnak’tan son anonsla çıktık, gidip çadırda yaşamaya başladık. Çatışmalar çadırlarımızın orada da başladı, sivil biri de öldü o çadırlarda. Aslında iki defa çadırımızı bastı askerler. Birincisinde bizi oradan çıkarmaya geldiler ama çıkmadık. Onun dışında bir tane de partili [PKK’li] öldürüldü. Öldürülenlerden birini zaten tanıyorduk. O yüzden durumu duyduk. Bunun üzerine devletin güvenlik güçleri ikinci defa, sahur zamanında bize kalkın, buradan gidin dediler. Biz de dedik ki şehre geçiyoruz, bizim çocuklarımız şehirde. Çadırlarımızı aldık konutların olduğu yere gittik. Oradan da çatışma seslerini sabahtan akşama kadar duyuyorduk, gece de sabaha kadar dinliyorduk sesleri. Bu sesleri duyarken diyorduk ki şimdi bütün çocuklarımızı öldürmüşler. Biz sadece dua ediyorduk bu süre içinde, mevlit okuyorduk, kuran okuyorduk, elimizden gelen her şeyi yapıyorduk. Biz çadırda 6-7 ay kaldık. Bir Ramazan ayı ve iki tane bayram yaşadık orada. Normal hayat durmuştu, kimse çalışamıyordu, yemeği bize belediye gönderiyordu.
Çadırdaki koşullarımıza gelince, belediye bize çok destek verdi ihtiyaçlarımızı karşılamak için. Her ihtiyacımızı karşıladı yani. Mesela, belediye elektrik getirmişti çadırlarımıza. Biz çadırda iki çocuğum, eşim, eşimin kardeşi ve onun üç çocuğuyla kalıyorduk. Büyük çocuğum üniversiteye gidiyordu o dönem, bizimle değildi. Biz ilk başta çocuklarımızı okula göndermedik, ama daha sonra gönderdik.
Bu durumu çocuklar az çok anlayabiliyorlardı, ne olup bittiğini soruyorlardı. Onlara diyorduk ki üzülmeyin, her şey düzelecek, tekrar evimize döneceğiz. Ama bu evine dönememe hissiyatı çok zor bir duygu. Çocuklarımızın başına bunlar gelmeseydi de biz dilenci olsaydık, diyorduk. Gitmeye bile razıydık, yeter ki çocuğumuz yanımızda olsaydı.
Alan’ım gidip babasıyla beraber çalışsaydı… Onun dışında bir oğlum daha vardı ama o ameliyatlı olduğu için çalışamıyordu.
Yasaklardan sonra…
Yasaklar bittikten sonra uzun süre evimize dönmemize izin vermedi askerler. Biz kayınımın evine gittik, bütün eşyalarımızı kapıya koyduk, orada bekledik, evimizi tekrar baştan yapıncaya kadar bekledik. İki ay kaldık kayınımın evinde. Halktan ve belediyeden gelen yardımlarla kiralık olan evimizi onarabildik. Pencerelerini yaptırdık ve elektriğini düzelttik.
Evimizi darmadağın etmiş askerler. Erkeklerimiz de bunu kabul etmiyoruz deyip evimizi yeniden yaptılar. Elimden gelseydi evimden her şeyimi kurtarırdım yasaklar döneminde ama olmadı işte. Mahalleye de hiç gitmedim, evden hiçbir şey de almadım o dönemde, tanıdıklarımız bize eşya verdi. Bize dediler ki “Siz neden gidip eşyalarınızı almıyorsunuz?”, ben de “Ben o eve gitmem oğlum şehit olduğu için.” dedim. Yine de içimde kalan acı, oğlumu kurtaramamış olmamdır. Telefonumda oğlumun bütün fotoğrafları var. Evim harap edilmeden önce, fotoğrafları kendimle beraber almıştım, eğer burada kalsaydı askerler hepsini yakacaklardı.
Biz çocuklarımıza o dönem gitmeliyiz yoksa bizi öldürecekler diyerek durumu anlatmaya çalışıyorduk. Onlar da abimiz de gelsin diyorlardı, biz de onun gelemeyeceğini söylüyorduk. Oğlum 16 yaşındaydı şehit olduğunda. Ramazan ayına beş gün kalmıştı… Eşim komşumuzun evine gitti, orada onlardan duymuş oğlumun şehit edildiğini. Biz de hastaneye gittik, onu teşhis ettik. Ellerini tuttum ama yüzüne bakamadım. Her perşembe günü gidiyorum mezarının başına. Yasin okuyorum, onunla konuşuyorum, diyorum ki başımız diktir, sen de Allah’ın yanında başın dik dur. İlk başta sürekli rüyama geliyordu ama artık gelmiyor. Artık sokaklarda gezmiyorum, şehitlerin üzerine basmamak için… Bazen babamın evine gidiyorum, oraya gidinceye kadar ağlıyorum. Oğlumu, arkadaşlarını hatırlıyorum. Gözümün önüne geliyorlar; hendek kazdıkları zaman, çuvalları taşıdıkları zaman…
Umudum o ki, kalanlar özgür olsun, güzel günler gelsin. Eğer hakkımızı alırsak, toprağımızı alırsak, güzel günler gelmiş olacak. Barışa ve güzelliğe dair hâlâ umudum var, biz sabrediyoruz. Biz diyoruz ki biz sağ oldukça fikrimizden dönmeyeceğiz, çocuklarımızı unutmayacağımız. Hepinize dua ediyoruz, kalan insanlar güzel günler görsün diye.