Militarist ve Cinsiyetçi Duvar Yazıları: Sömürgeci Mekânın Yeniden İnşası
2015-2016 yılları arasında Türkiye’nin Kürt bölgelerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları sırasında rejim güçleri tarafından Silvan, Sur, Şırnak, Cizre, İdil, Silopi, Nusaybin, Yüksekova ve diğer Kürt kentlerinde duvarlara yazılan aşağılayıcı, ırkçı ve cinsiyetçi ifadeler, yalnızca bir militarist zafer ilanı olarak değil, aynı zamanda sömürgeci bir yerleşme aracı ve Kürt kimliğinin simgesel olarak aşağılama arzusunun bir ifadesi olarak okunabilir. Bu yazılar, hem militarist hem de cinsiyetçi bir dil üzerinden işlev görerek, Kürt coğrafyasının üzerinde egemenlik kurma ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini baskı altına alma amacı taşır. Sömürgeci güçlerin mekâna yerleşme ve yerli halkın yaşam alanlarını yeniden yapılandırma süreçlerinde benzer uygulamalar tarih boyunca görülmüştür.
Kültürel ve etik değerlere zarar verme
Fransız düşünür Micaud’un tanımına göre, şiddet yalnızca fiziksel bütünlüğe zarar vermekle sınırlı değildir. Şiddet, aynı zamanda simgesel, kültürel ve etik değerlere zarar verme biçiminde de gerçekleşir. Bu bağlamda, 2015-2016 döneminde duvarlara yazılan ifadeler, Kürt toplumuna ve özellikle kadınlara yönelik simgesel şiddetin açık bir örneğidir. “Fistanla devlet kurulmaz”, “Tecavüzün böylesi nasılmış güzelim?”, “Türk’sen övün, değilsen itaat et” gibi ifadeler, hem etnik kimlik hem de toplumsal cinsiyet rollerine yönelik aşağılama ve tehdit dilinin nasıl kullanıldığını gözler önüne serer. Bu yazılar, Kürt toplumunun “öteki” olarak konumlandırıldığı, özellikle Kürt kadınların ise cinsiyetçi bir aşağılamaya maruz bırakıldığı bir dil aracılığıyla devletin egemenliğini yeniden üretme çabasını gösterir.
Byung-Chul Han’ın düşüncesine göre, keskin ve aşağılayıcı dil, fiziksel şiddet kadar yıkıcı olabilir. Bu dil, bireyi ya da toplumu itibarsızlaştırır, insanlıktan çıkarır ve hedef alınan gruba yönelik nefret ve korkuyu pekiştirir. “Aşk bodrumda yaşanır” gibi yazılamalar Kürt toplumuna yönelik bu nefretin ve aşağılamanın en çıplak haliyle sergilendiği birer araç haline gelir. “Kızlar ininize girdik” gibi ifadeler, sadece bir zafer ilanı değil, aynı zamanda Kürt kadınlarına yönelik bir aşağılama ve fiziksel tehdidin sembolik ifadesidir. “Ermeni piçleri”, “Piçler nerede?” gibi etnik hakaretler, Kürt kimliğini itibarsızlaştırma ve kültürel mirası yok etme çabasının açık göstergeleridir.
Bu yazılar, sadece birer hakaret değil, aynı zamanda devletin egemenlik uygulamasını topluma dayatmasının bir aracı olarak okunmalıdır. Bu aşağılayıcı dil, devletin bölgedeki varlığını güçlendirme ve Kürt toplumuna kendi yerini hatırlatma aracı olarak kullanılmıştır. “Devlet her yerde”, “T.C. burada” gibi ifadeler, bu simgesel şiddetin bir uzantısı olarak, devletin gücünü ve varlığını sürekli kılma çabasını gösterir.
Duvar Yazılarının İktidar İlişkileri
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün simgesel şiddet kavramı, bu tür yazıların arkasındaki mekanizmaları anlamamıza yardımcı olabilir. Bourdieu’ye göre simgesel şiddet, fiziksel şiddetten farklı olarak, iktidar sahiplerinin, dil, semboller ve kültürel formlar aracılığıyla baskı uyguladığı bir şiddet biçimidir. Bu tür bir şiddet, hedef alınan bireylerin ve grupların kimliklerini, sosyal statülerini ve kültürel varlıklarını yıkmaya çalışır. 2015-2016 yıllarında yazılan duvar yazıları, tam da bu tür bir simgesel şiddeti ortaya koymaktadır.
“Türk’sen övün, değilsen itaat et”, “Fistanla devlet kurulmaz” ve “Kızlar ininize girdik” gibi yazılar, hem Kürt toplumunu aşağılayarak iktidarın mutlak egemenliğini gösterme aracı olarak, hem de kadınların bedenlerini hedef alarak toplumsal cinsiyet ilişkilerine müdahale etme çabasını yansıtır. Bu dil, hegemonik devlet aygıtının varlığını ve meşruiyetini yeniden üreten bir araçtır. Kürt toplumunun ve Kürt kadınının toplumsal statüsü, bu yazılarla birlikte küçümsenmek, aşağılanmak ve düşmanlaştırılmak istenmiştir. Bourdieu’nün simgesel şiddet teorisi, bu süreçte devletin fiziksel güç kullanmanın ötesine geçerek, bu dil aracılığıyla toplumsal ve kültürel varoluşları da hedef aldığını gösterir.
Kolonyalizm ve Mekâna Yerleşme
Kolonyalizmin mekâna yerleşme stratejileri, yalnızca fiziksel işgali içermez; aynı zamanda yerli halkların kimliklerini, kültürel pratiklerini ve mekânsal anlamlarını yok etme girişimlerini de kapsar. Kolonyal egemenlik, yalnızca biyolojik yaşamı değil, aynı zamanda mekânın ve topluluğun sembolik varlığını da hedef alır. Duvarlara yazılan bu yazılar, Kürt coğrafyasında egemenliği pekiştirmenin sembolik bir yoludur.
“Devlet Geldi”, “Devlet her yerde” gibi ifadeler, yalnızca bir devlet gücünün fiziksel varlığını hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda o mekâna devletin damgasını vurma girişimidir. Bu tür yazılar, Kürtlerin yaşam alanlarını ve mekânlarını, sömürgeci devletin sembolik alanına dönüştürme amacı taşır. Mekâna yerleşmenin bu tür sembolik ifadeleri, devletin sadece bir savaş kazanımı değil, aynı zamanda o bölgenin kültürel ve toplumsal kimliğini yeniden şekillendirme girişimi olarak okunmalıdır. Kolonyal söylemler, bu tür yazılar aracılığıyla, Kürtlerin yaşadığı mekânın “fethedildiğini” ve artık bu mekânda devletin mutlak hakim olduğunu ilan eder.
Cinsiyetçi Şiddet ve Kadının Bedenine Müdahale
Duvar yazılarında kullanılan cinsiyetçi dil, özellikle Kürt kadınlarını hedef alarak, toplumsal cinsiyet ilişkilerini yeniden düzenlemeyi amaçlar. “Baharda tanga giydireceğim size” gibi ifadeler, kadın bedenini cinselleştirirken, militarist bir dil aracılığıyla bu bedeni denetim altına alma isteğini ortaya koyar. Bu dil, sadece bir aşağılama aracı değildir; aynı zamanda, kadının toplumsal konumunu zayıflatma ve onun bedenini birer savaş alanı olarak kullanma girişimidir. Bu durum, hem sömürgeci hem de patriyarkal bir şiddet biçimi olarak okunabilir. Duvarlara yazılan bu tür cinsiyetçi ifadeler, sömürgeci gücün kadın bedeni üzerinde tam bir kontrol kurma arzusunu gösterir.
Kürt Kadınlarına Yönelik Cinsiyetçi Şiddet
Cinsiyetçi ifadeler ve tehditler, sadece Kürt kadınlarına yönelik bir aşağılama aracı değil, aynı zamanda devletin toplumsal cinsiyet politikalarının bir parçası olarak da değerlendirilmelidir. Duvarlara yazılan “Fistanlılar nerede?” gibi ifadeler, kadın bedeninin militarist bir dil ile nasıl hedef alındığını ve kadının toplumdaki konumunu nasıl aşağılayıcı bir şekilde yeniden tanımladığını gösterir. Bu dil, kadınları sadece etnik kimliklerinden dolayı değil, aynı zamanda cinsiyetlerinden dolayı da hedef alır ve kadın bedenini birer siyasi alan olarak kullanır. “Orospuya kürtaj bedava olsun, çocuklarıyla biz uğraşıyoruz” gibi ifadeler, kadın bedeninin denetlenmesi, kontrol edilmesi ve cinsiyetçi bir şekilde siyasallaştırılmasının açık bir örneğidir. Bu ifadeler, kadının toplumsal konumunu aşağılamanın yanı sıra, kadının bedeni üzerinden etnik ve kültürel bir aşağılama aracına dönüşmüştür.
Mekânda Egemenlik ve Direniş
Duvar yazıları, mekânı devletin egemenliği altına alma girişiminin en çıplak ve sembolik formlarından biri olarak karşımıza çıkar. Bu yazılar, sömürgeci devletin mekâna yerleştiğini ve yerli halkın bu mekânda artık sadece “itaat” etmesi gereken bir nesne olduğunu ilan eder. Ancak bu durum, aynı zamanda mekânda direnişin de bir ifadesi olarak görülebilir. Kürt toplumunun mekânsal hafızası ve direniş geleneği, bu tür yazılar aracılığıyla hedef alınmış, fakat bu tür saldırılara karşı da sürekli bir direnç geliştirmiştir.
Kürt toplumu, bu tür yazılarla hedef alınan sembolik saldırılara rağmen, mekânsal ve kültürel varlığını sürdürme çabası içindedir. Benedict Anderson’un “hayali cemaatler” kavramına uygun olarak, bu yazılar, devletin toplumu yeniden şekillendirme çabasına karşılık olarak, Kürt kimliğinin kolektif belleğinde bir direniş alanı yaratır.
Sonuç
2015-2016 yıllarında Türkiye’nin Kürt bölgelerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları sırasında kullanılan militarist ve cinsiyetçi duvar yazıları, sadece bir zafer ilanı değil, aynı zamanda sömürgeci bir yerleşme aracı olarak işlev görmüştür. Sömürgeci güçlerin mekâna yerleşme çabaları, sadece fiziksel işgal ile sınırlı kalmaz; duvar yazıları gibi sembolik araçlarla da bu işgal sürdürülmeye çalışılır.
Bourdieu’nün simgesel şiddet kavramı ışığında, bu yazılar, Kürt toplumunun kimliğine, toplumsal cinsiyet rollerine ve kültürel değerlerine yönelik bir saldırı olarak değerlendirilmelidir. Micaud’un şiddet tanımına göre bu yazılar, doğrudan fiziksel bir saldırıdan çok daha öte bir şekilde, bireylerin ve toplulukların manevi ve kültürel bütünlüğünü hedef alır. Byung-Chul Han’ın vurguladığı gibi, dilin yıkıcı gücü fiziksel şiddetten geri kalmaz; toplumsal yapıları parçalar, kimlikleri hedef alır ve derin yaralar bırakır.
Sömürgeci güçlerin mekâna yerleşme stratejileri bağlamında ise, bu yazılar, devletin mekân üzerindeki egemenliğini pekiştirme ve yerli halkı sembolik olarak yeniden şekillendirme girişiminin bir aracı olmuştur.
Kürt toplumu ve özellikle kadınlar, bu tür saldırılara rağmen, kimliklerini ve mekânsal varlıklarını sürdürme çabası içinde, sembolik şiddete karşı sürekli bir direniş geliştirmiştir.