Bu Zulüm Hendeklerden Önce Başladı

Ben Şırnak’ta bir yaylada doğdum, 11 kardeşin sekizincisiyim. 56 yaşındayım. Ailem hayvancılık yapıyordu, koçerdik bu yüzden köye gelmiyorduk.

Kışın, gomemizde* kalıyorduk. Gom çiftlik gibi bir yerdir, orada tarlalarımız var. Orada 100-150 civarı keçimiz vardı. Yazın Dicle Nehri’nin kenarındaki yaylalara geliyorduk, kışın da tekrar gomeye dönüyorduk. Babam 45 sene orada yaşadı, hayvancılık yaptı. Biz de bostan ekerdik, bağ biçerdik. Oğlaklara, keçilere gider; pestil, pekmez, sucuk yapardık. Her şeyimiz vardı. Babam, o çevrenin hemen hemen en zenginiydi. Güzel bir çocukluk geçirdim. Gözlerimi kapatıyorum, yaşam orada. Rüyamda hep orada olduğumu görüyorum. Gözlerimi kapatınca çocukluğumdayım.

Ben 30 yaşındayken göçler başladı. Köy boşaltmaları başladığı yıllarda, biz de göç etmek zorunda kaldık. O zamanlar köylülere korucu olmayı dayattılar ama babama dayatmadılar; biz istemedik korucu olmayı. Kendimiz çıktık. Zaten bizim evimiz köyden uzaktı, amcamların ve bizim evimiz oradaki tek yapılardı. En yakın olan köy bizden 2-2,5 saat mesafedeydi. Oradan çıktık, Elazığ’ın ilçesi Alacakaya’ya geldik ama orayı bıraktığımız için üzülmedik. Ne kadar güzel de olsa dağın başındaydı, orada yalnızdık. Burada insanların içine geldik. Kardeşlerimin hepsi evlendi, ben uzunca bir süre evlenmedim. Evlendiğimde 34 yaşındaydım. Ben Elazığlıyım; o Diyarbakırlı. Köy boşaltmaları sürecinde, önce çiftlikler sonra köyler boşaldı, köylüler yanımıza geldi. Eşimin ablasının, kayını göç etmiş, bize komşu gelmişti. Onlar oranın yabancısı diye biz yardım ettik. Kızlarıyla güzel bir arkadaşlık kurduk. Eşim o zamanlar, oraya babasının evine geliyordu. Bir gün çıkıp geliyorlar ‘Biz Heso için kız bakıyoruz’ diyorlar. Görümcem de beni söylüyor ‘Benim bir komşum var, iyi kızdır. Siz getirseniz pişman olmazsınız’ diyor. Gelip annemle konuşuyor, annem de ’Tamam çocuk gelsin bir bakalım’ dedi. Sonra Heso’yla yengesi bize geldiler. Yemek yaptık, kahve götürdük. Sonra bizi yalnız bıraktılar, yanına gittim. Ama etti etmedi o gün konuşamadım. Bana: ‘Sen ne diyorsun, anne ve babamı göndereyim mi?’ diye sordu. Ben de “Sen biliyorsun” dedim. O gün taş gibi olmuştum, hiçbir şey hissetmedim. Hem korktum hem utandım. Babam da o süreçte tam bir yıldır vefat etmişti. Orada dondum kaldım, şimdi de ne zaman hatırlasam donup kalıyorum. Dışarı çıktım, daha sonrasında aileler oturup konuştu, anlaştılar ve gittiler. Altı ay nişanlı kaldık. Bir sefer telefon açtı bana, o da ‘Nasılsın, iyi misin’ deyip kapattı. Altı ay geçti, evlendik.

Kasımın 17’sinde düğünümüz oldu. Düğünümüzde de bir gece teyp çalıp oynadılar. Sonra beni Fiskaya’ya getirdiler. Babasının evinin alt katında bize bir yer ayrılmıştı. Düğünümde, beyaz bir gelinlik giymiştim, duvağım kapalıydı. Veysel Karani’den** getirdikleri kırmızı bir örtü örtmüşlerdi başıma. Düğün günü evimden ayrılınca çok üzülmüştüm, ailem de çok üzüldü. Annem ve abim yalnız kaldılar. O abim sakattı ama o da evlendi sonrasında. Onun da bir oğlu oldu ama eşini bir sene önce kaybetti. Elazığ’da bir binada üçüncü katta oturuyor abim. Bir gün, yengemin bir komşusu çay içmeye gelmiş. İkisi de ellerini balkonun demirine dayamışlar, balkon çökmüş. İkisi de düşüp, vefat etti. Abimin eşi de sakattı, yeni ayağından ameliyat olmuştu. O abim şimdi yalnız başına o evde yaşıyor. Oğlu yatılı okula gidiyor, o da gelmiyor eve, neden bilmiyorum…

* Gome; Mezra.
* Veysel Karani; Diyarbakır-Bitlis kara yolu üzerinde bulunan türbe, Müslümanlar için önemli bir mabettir. 657 senesinde vefat eden Veysel Karani Hazretleri için, Hz Muhammed: ‘Şüphesiz tabiinin en hayırlısı Üveys’dir’ der. Pek çok yerde türbesi bulunan Veysel Karani kabrinin nerede olduğu tam olarak bilinmemektedir.

Ben evlenince ayrı eve çıktım ama aynı binada bir göz odaydı, banyo, tuvalet bir de mutfak vardı. Ben beş ay o tek göz odada yaşadım. İki tane eltim de altlı üstlü oturuyordu. Karşımızda bir daire vardı. Beş ay sonra beraber onu tuttuk, gittik oraya. Zaten benim bir ayım bittiğinde ben, Jînda’ya hamile kalmıştım. Hamile olduğumu ilk kendim fark ettim. Çocuk sahibi olmayı eşim çok istiyordu. Bir ayımız dolmadan doktora gidelim demeye başlamıştı. Hamileliğim sırasında da dünyaya geldikten sonra da bebeğim beni hiç rahatsız etmedi, çok uysaldı. Dünyaya geldiğinde sanki dünya bizim oldu. Babası çok sevindi. Daha yirmi günlükken babası alıp dışarı götürüyordu. ‘Ben kızımı kahveye götürüyorum, kızım benim arkadaşım olacak.’ Gerçekten de öyle oldu, onun arkadaşı oldu.

Kızımın kırkı çıkar çıkmaz bağlara, pekmeze gittik. Kendi köyümüzün çevresindeki bağlardı. Ailem her defasında beni çağırıyordu, eğer ben gitmesem onlar yapamıyordu. Kızımı emzirip sonra onu yatırıp bağa gidiyordum, akşama kadar üzüm biçip geliyordum. Geldiğimde uykudan daha yeni kalkmış oluyordu. O zaman üzüm çok yediğim için sütüm de çok geliyordu. Kızım da öyle emiyordu ki süt boğazında kalıyordu. Benim bir ablam var, diyordu “Kızım kızım jandarmalar senin arkana vermemiş, acele etme yavaş yavaş iç boğazında kalır.” [gülüyor]. 15 gün orada kaldım geldim, yüzü gözü dolmuştu, sanki bir ay doğmuş. Ben eve döndüğümde kayınım da gelmişti, yeğenini kucağımdan aldı, dedi ki “Siz diyorsunuz Heso’nun bir kızı olmuş, demiyorsunuz Heso’nun bir ay parçası olmuş.” Aldı, götürdü, gözünü öptü, saatlerce çocuğun güzelliğine baktı. “Kızın çok güzeldir, Allah bağışlasın sana” dedi. Günbegün gül gibi açıldı kızım. Babasına ve bana arkadaş oldu. Ben her şeyi Jinda’dan öğrendim. Babam, ben ve kız kardeşlerimi okula göndermedi, sadece erkekler okula gitti. Bu yüzden, okuma yazmam da yoktu. Biri okulla ilgili konuşunca ağzım açık bakıyordum. 6 yaşında ben kızımı 1. sınıfa kaydettirdim. Okul müdürü, kızımın yaşının küçük olduğunu söyleyip, yardım adı altında rüşvet istedi. Bu nedenle o dönemde, 10 lira vermek zorunda kaldım. Onu orada kaydettim, geldim. Komşulara, Heso’ya sanki müjde veriyordum, kızımı okula kaydettim diye. Sonra gittim her türlü okul malzemesi aldım ona. Önlük de aldım ona, önlüğün içinde kayboldu, beli incecikti. Okula başladı, birkaç yıl sonra babası kamera almıştı, o kamerayı çok sevdi. Kendi çektiği videolar var. Birinde, çocuklar teker teker çıkıp şarkı söylüyor. O kayıtların hepsi hâlâ duruyor. 4-5 sene boyunca kredi kartıyla, o kameranın borcunu verdik. Kamera o kadar pahalıydı ki borcunu ödemekte çok güçlük çekiyorduk. Küçüklüğünden beri ne istediyse, her dileğini yerine getirmeye çalıştık. İkinci çocuğum Zişan’a, Jinda’ya üç yaşındayken hamile kaldım. Bir de oğlum var, şimdi 4. sınıfa gidiyor. Ortanca kızım da lise 3’e gidiyor, seneye lise 4 olacak. Şimdi dershaneye gidiyor, ablası gibi o da boylu poslu oldu…
Zişan 4 aylıkken buraya, bu eve geldik. Ben Zişan’ı o sıra yürütece koymaya başlamıştım. Bir gün hamur yoğuruyordum, soba bir köşede yanıyordu. Bir anda fark ettim Jinda ortadan kaybolmuştu. Nereye gitmiş diye kalktım, baktım gitmiş amcasının sofrasında yemek yiyor. Kapıdan dedim “Kızım yemeğini yesin, geri dönsün gelsin.” Tamam dedi. Sonra ben geri döndüm baktım, Zişan yürüteçle sobanın yanına yaklaşmış. Ben bir dakika geç gitsem çocuğum ölmüştü. Başını sobaya yapıştırmış, yakmıştı. Bağırmıyordu artık sesi düşmüştü. Götürdüm suyun önüne verdim, kaynımı çağırdım. Geldi, götürdük. Bir şifacıya götürüp, ilaç yaptırdık, onu kullanarak çocuğu iyileştirdik.

Benim ailemden de katılım yapmış* insanlar var. Yeniköy’de Erdoğan’ın talimatıyla insanları taradılar, o gün 7 kişi öldü, onlardan biri de eşimin kuzeniydi. Mühendisti, 21 yaşında vefat etti. Mesela halamın torunu vardı; ben büyütmüştüm onu. Gözümün önünde katledildi. O da evladım gibiydi. Katılım yaptığı zaman, biz yas ilan ettik. On yıl sonra, tekrar döndüğünde öldürülmesi de benim için cok acıydı. Hâlâ da küçüklüğü gözümün önünden gitmiyor.

* Katılım yapmak; görüşmeciler tarafından PKK’ye katılım yapmayı ifade ederken kullanılmaktadır.

Yasaklar…Hendekler…

İki sene önce başlayan hendekleri de gözlerimizle gördük. İlk burada başladı, o zamanlarda çok zulüm gördük. Etrafımıza keskin nişancılar dolmuştu, o şekilde 20 gün sürmüştü. Çocuklarım, bu süreçte de okullarına gidip gelmeye çalışıyorlardı. Oğlumun okulu Hasanpaşa’daydı, Zişan ve ablasının okulları birbirine yakındı. Ama Zişan servisle, ablası yayan gidip geliyordu. Bir gün okuldan bir telefon geldi, hocalar dedi “Gelin çocuklarınızı alın, biz sorumlu değiliz.” Bizim çevremizde bir şey yoktu ama Fiskaya’nın çıkışında yol kapalıydı, bir tane panzer girmiş. İçinden iri yarı biri indi. 7 yaşlarında bir çocuk, sessiz sessiz çantası sırtında yürüyordu. O özel tim, araçtan indi ve gözümün önünde çocuğun çantasını alıp, paramparça etti. Birkaç kişi daha dahil oldu ve çocuğu tekme tokat ayaklarının altına aldılar. O çocuk gözümün önünde ölüyordu nerdeyse. O çocuğun acısı hâlâ zihnimden gitmiyor. Çocuğa yardım edebilirdim ama korktum, edemedim. Beni annesi sanırlar, ikimizi de öldürürler diye korktum. Çocuk ağlaya ağlaya geri döndü ve gitti.

Evinize girin anonsu yapmadan çocukları öylesine dövüyorlar, çocuklar da ne bilsin okullarına gidiyorlar. Daha hendekler açılmadan bu zulüm başladı. Penceremizi açamıyorduk, pazara gidemiyorduk gaz bombalarından. Oradan oraya kaçışıyordumk, çocuklarımı alıp eve getirmek için. Dayak yiyen çocuğu gördüğüm gün, ben de özel timlere dedim ki “Memur bey, çocuğum tehlikede, dışarıda kalmış. Öğretmenler sorumluluk almadıklarını söylediler. Bırakın, çocuğumu gidip getireyim.” Hiç beni dinlemiyorlardı bile, içeriden biri bağırıyor “Hanımefendi dön evine! 15 dakika onra gel çocuğunu götür. Şimdi olay var.” Baktım kimse yok ortada. Orada birkaç çocuk vardı, mahallenin yaşlıları, özel timlerin o çocukları bir incir ağacının altına topladığını söyledi. Ben gittiğimde, çocukların gözleri dolmuştu, ağlıyorlardı. Dövmüşler mi ne yapmışlar bilemiyorum, ondan sonra hepsini geri çevirdiler. Ben de oradan çıkmadım, geri döndüm. Dar bir sokağa girdim, o dar sokakta ellerinde tüfekle iki kişi ‘Gir içeri’ diyor. Dedim: “Nereye içeri gireyim? Evim burada değil.” O sıra, kadının biri penceresinden çıktı, dedi “Abla hayırdır ne yapıyorsun?” Dedim “Çocuğumu almaya gidiyorum, bırakmıyorlar.” Özel timlerden biri bağırdı “Gir içeri, gir içeri sıkarım size!” diye. Sonra tüfek sesi geldi. Bırakmıyorlardı, eve gideyim. O dar sokakta, bir kadın tuttu, içeri çekti beni. İçeride dayanamayıp, çıktım dışarı Hasanpaşa’ya doğru yönümü verdim, baktım oğlum yeni geliyordu. Bir adam, taksisine almış ve oraya kadar getirmişti. Akşam olmuştu artık, Zişan’ı da servis getirip, kapıya bıraktı. Koşup aldım kızımı. Büyük kızım da her gün Kapı Meydanı’ndan yayan geliyordu. Erkekler dışarı çıkınca vuruluyorlardı bu yüzden ben yalnız çıktım kızımı almaya. İki üç tane sivil araba birden mahallenin girişinde belirdi. İki taksi geri dönüp kaçtı, aşağıdan gaz bombaları atıyorlardı. Arabanın, sivil olduğunu düşündüğümüz için yolumuza devam ettik. Ama bize yaklaşınca, fark ettim ki hepsi tüfeklidir. Sakalları uzundu, hepsi İŞİD’li gibiydi. Tüfek elinde cama doğrultulmuştu, çıkanı vuracaklar gibi duruyorlardı. Dedim “Kızım bunlar IŞİD’ tir, hemen gidelim.” Bize bakmıyorlardı, kapıları açıldı. Hemen geri kaçtık. Bir duvarın arkasına kendimizi attık, bizi görselerdi vururlardı. Kızımın kalp ritimleri bozuktu. Onun için yanımda şeker, limon ve su götürmüştüm. Onun hastalığı, bana ondan daha çok etki etti. Onu pamuklara sardım, büyüttüm. Doktor bana, ani bir gülüşle, ani bir tokatla, ani bir heyecanla onu kaybedebileceğimizi söyledi. Ne dışarı çıktı, ne oyun oynadı, hep bir kanepenin üzerinde oturuyordu… O gün, o adamlardan biri araçtan indi ve ayaklarımızın önüne gaz bombası attı. Duman doldu ağzımıza, gözümüze. Ağzımızı, gözümüzü kapatıp, koştuk. İnşaat vardı orada, kızım bir şişe takıldı. Takla atacaktı ben onu zor tuttum. Ben orada bağırdım “Öldük” diye. Meydana vardığımızda, gençlerle doluydu orası. Aşağıdan gaz bombaları attılar. Kızım orada bir yemin etti “Gideyim bunları öldüreyim” dedi. Ben de dedim “Gel kızım eve gidelim, yapma böyle. İnsan, insanı öldürmez.” Onu, daha önce böyle konuşurken görmemiştim. Sonrasında sözünde de durdu.

Küçük çocuklar hendek açtılar. Kapının önündeki taşları kaldırıp, üst üste koymuşlardı. Sonra oraya teneke koymuşlardı. Bomba süsü vermek için de tenekenin altına ip yerleştirmişlerdi. Mahallenin diğer ucuna da yapmışlardı. Bu çocukların hepsi 8-11 yaşları arasındaydı. Kızıyorduk onlara, üzerlerine su döküyorduk, yapmamalarını söylüyorduk. Diyorlardı “Teyze kendimizi koruyoruz. Polisler gelip bizi öldürüyor.” Bu nedenle hendekler kazıldı, burada başladı, burada sona erdi. Her bir taraftan kurşun yağdırıyorlardı. Bir gün kızım mutfaktan fırlayıp, geldi. Niye kaçtığını sordum, kızım “Anne kurşun geldi mutfağa. Mutfağın aralığına değdi” dedi.

O ara kadınlara küfür ediyorlardı, silah doğrultuyorlardı…

Tam Sur’dan çıkıyorduk, Zişan bizden önce çıktı sokağa, sonra geldi “Ana polisler var” dedi. Sonra bir polis geldi, hendekleri ve bomba olup olmadığını sordu. Dedim “Yoktur.” Hendekler ortadan kaybolmuştu. “Siz bilirsiniz. Bugün buradayım. Yarın gidiyorum. Siz rezil olacaksınız.” dedi. O ara kadınlara küfür ediyorlardı, silah doğrultuyorlardı. Bir polis bana “Orospu ne bekliyorsun? Gir içeriye” dedi. Döndüm baktım ona, dedi “Cereyanınızı keseceğiz.” Ben de “Niye cereyanımızı kesiyorsunuz? Bir olay yok, bir şey yok, kesmeyin. Buna hakkınız yok.” dedim. O gün Sur’dan çıktık ve aynı gün içerisinde, olaylar şiddetlenmeye başladı. Yasağın başladığını, resmi olarak televizyondan öğrendik. Kızımı buradan taksiye bindirdim, babası onu okula bıraktı. Babası akşam tekrar onu almaya gittiğinde, Jinda çantasını okulda bırakıp ortadan kaybolmuş. Biz dedik Lice’ ye gitmiştir. Kızım yapılı bir çocuktu ama nazik ve hassastı. Kızım ortadan kaybolduğunda Sur’da olduğunu bilmiyordum. Ne polise ne İnsan Hakları Derneği’ne ne de partiye gittim. Hiçbir yere gitmedim, eve kapanıp ağlıyordum sürekli. Dua ediyordum “Ya rabbim ne kızım birinin katili olsun ne de bir başkası onu öldürsün.” Yirminci güne kadar da komşularımın hiçbiri gittiğini bilmiyordu. Bir kadın bir şekilde öğrenmiş ve gelip komşulara söylemişti. Sonrasında ben de söylemek zorunda kaldım. O Cuma günü zaten Sur açıldı, kalan insanlar da çıktı gitti. Millet taşındı. Ben, babası, amcası Hz. Süleyman*’a gidip namazımızı kıldık, duamızı, cumamızı ettik, tabii orada da ağlıyorum. Yüreğim yanıyor. Sonra Kurşunlu camiye gittik orda da dua ettim “Kızım hastadır, ben masumum, kızım da masumdur. Bu acıya dayanamıyorum. Bu acıyı bana verme ya rabbim” diyordum. Sonra baktım camide Kuran’lar yanmış. Ağaçlara bile onlarca kurşun değmiş. O gün kızım da Sur’un diğer tarafındaymış, birbirimize çok yakınmışız. Heso’nun iki köylüsüyle karşılaştık, onlarda bizimleydi. O gün, belki gelir diye ümit edip, o hayalle bekledim. Ama köylülerimiz ve eşim kalkınca ben de kalkmak zorunda kaldım. Tam karşımda kırık bir kapı vardı. Kalkıp gideyim onları göreyim istiyordum fakat ayrılmak zorunda kaldık. Beni nasıl fark etmişlerse, gençler beni görmüş ve biri sakince gelip dedi ki “Kırık kapının ardındadır.” O kapı hâlâ hafızamda canlıdır, keşke o kapıdan içeri girebilseydim. Köylülerimiz öğrenmesin diye o gün o kapıdan geçemedim. Ocak’ın 8’inde, Cuma günü öğrendim ki onu kaybetmişiz. Yasak 5-5 buçuk ay sürdü, çıkmak içinse sadece bir gün izin verildi. O gün hepimiz oradan çıktık, yavrum orda kaldı. Sonradan öğrendim, kızım orda bir eve sığınmış. O, son cuma oraya öylesine gitmiştim. Ben tekrar çıktım ama o, orada kaldı. Ara ara bize, arkadaşlarını görmeye Sur’a gittiğini söylüyordu. Gerçekten de okul arkadaşları vardı orada. “Ben gideceğim, dersimi alacam geri geleceğim” diyordu. Kızımın telefonu, kimliği, kalem defteri oradaydı. Yasağın geçici olarak kaldırıldığı gün, biz tekrar çıkabildik ama o orada kalmış. O günden sonra da Sur’dan ne çıkış oldu ne de giriş. O gün, bir iki kurşun üst üste atıldı, sanki yüreğime saplandı. Kıyamet koptu, herkes kaçıştı biz de kaçıp, çıktık.

O günün akşamı Mustafa bana hikaye anlatıyordu. Baktım telefon çaldı, Mustafa’nın köylüsüymüş ona “Kızın şehit düşmüş” demiş. Sonra Heso bağırdı, dedi “Ben ne yaparım.” Eşim kendinden geçti, ben de onu telkin ettim. Amcasını çağırdım, Mustafa’yı kendine getirdik de sonra ben bayılmışım. Onun resmi ordaydı, vurdum yere paramparça ettim. Sehpaları kırdım, camları kırdım. Dışarı çıktım Sur’a doğru gidecektim ama insanlar beni durdurdu. Sonrasını hatırlamıyorum, beni hastaneye kaldırmışlar. Hastanede iğne vurdular, üç gün kendime gelemedim.

Kızımın cenazesini almak için de Nisan’ın 15’inde kan verdik, Mayıs’ın 15’inde de kan verdik. Daha öncesinde bizden kan almadılar, 10 kere gittik TEM’e almadılar, kızımın cenazesini vermediler. İlk kızımın ölüm haberi geldi ama kızımın cenazesi, en son verdikleri cenazeydi. Bu cenazeler, polislerin elindeydi. Cenazeleri gömmemişlerdi, hepsi yer yüzünde kalmıştı. Cenazelerimizi aldığımızda köpekler cenazeleri yemiş, paramparça etmişlerdi. Babası herkese gösterdi ama bana göstermedi. Dedi “Sen görme.” Ben de görmeyi istemedim. Bazı cenazeleri hemen orada defnetmişlerdi, kimisi devletin elinde kalmış, öyle yerde bırakılmıştı. Bir kızın cenazesi de hafriyatların arasında atılmış, oradan çıktı.

Birinin cenazesi çıkınca hemen telefon edip “Gözu nüz aydın cenazeniz çıkmış” diyorduk.

Yaklaşık altı aylık bir süreç sonrası cenazelerimize eriştik, fakat bir aya yakın da DNA testinin sonucu bekledik. DNA testi sonuçlarının çıkmasının üstünden 4 gün geçene kadar bize söylemediler. Önce arkadaşını aldık, arkadaşını alınca ben diğer cenazenin kızım olmasından şüphelendim. Ama o süreçte, eşime çoktan haber gelmiş ve teşhis etmeye gitmiş. Sonrasında bir şekilde şüphelendim ve eşimi aradım. O zaman cenazemizin çıktığını söyledi. Öyle deyince dedim: “Ya Rabbi şükür acıdan kurtulduk. Bari bundan sonra acımız neyse onu yaşayabileceğiz.” Birinin cenazesi çıkınca hemen telefon edip “Gözünüz aydın cenazeniz çıkmış” diyorduk. Bir çocuğun cenazesi halen içerdedir, bulunamadı. O anneye de çok acıyorum. Ne zaman yanına gitsem kendimi kaybediyorum, dilim tutuluyor, beynim duruyor. Ne konuşabiliyorum ne de duyabiliyorum. Bizim cenazemiz de DNA sonucu çıkana kadar, bir aya yakın morgda kaldı. Cenazeleri tanımıyordu devlet, yakalanan kişiler onlara adres veriyordu “Filankesi buraya defnetmişim” diye. Üç dört gün kızımın arkadaşını çıkarmak için, beş gün de kızım için uğraştılar. Arkadaşları, resmen bir mezar kazıp, oraya gömmüşlerdi. İkisi de yıkanmış ve kefenlenmişlerdi. Kadınlar hatimlerini, şeddini, vaciplerini yerine getirip tam gömmüşlerdi, herhalde oradaki anneler yapmıştı.

DNA sonrası, ilk defin kağıdı aldığımız gün gömmeden, eve geldik. Sonrasında cenazeyi aldık, yıkayıp, kefenlediler. Dört amcası ve de dayımın kızı görebilmişti cenazeyi, tanındığını ve sağlam kaldığını söylediler. Bir tutam saçını kesip, bana getirdiler. Cenazeyi defnetmek için yola çıktığımızda, polis defin yerinin girişine kadar bizi takip edip durdurdu “Bu kimin cenazesidir?” Tartışma çıkmasın diye ses çıkaramadım, şoför: “Falankesin cenazesidir” dedi. Polisler de “Resmini göstermeyin, slogan atmayın” dediler. Sonrasında köye götürüp, defnettik. Dayımın kızının getirdiği gelinlikle tabutunu örttük. Dedim: “Kızıma duvak getiriyorsun ama kınası yok. Gelin olmuş, gidiyor, o artık Kürdistan’ın gelinidir. Diyarbakırlıların şerefidir.” İmkanlarımız çok kısıtlı olduğu için çok sık gidip gelemiyorum. Eşim 2 senedir çalışmadığı için zor şartlarda gidip geliyoruz. 2 senedir her gittiğimde kendimi kaybediyorum, bağırıp çağırıp geliyorum. Ama bu seferkinde hiç ağlamadım. Karşı karşıya oturmuşuz gibi konuştum. Kızım kalbimde hiçbir zaman ölü değil. Sanki yalnız gözümün önünden kaybolmuş gibi… Her zaman benimle berabermiş gibi hissediyorum.

Bir anne olarak şunu düşünüyorum: Tüm anneler bir olsak yani hep birlikte mücadele etsek yine, kızımın cenazesini aldığımız gibi diğer cenazeleri de alabiliriz. Ben her şeyimle arkalarındayım. Kadınların öldürüldükten sonra çırılçıplak soyulduğunu görmek beni çok etkilemişti. Ben bunu kınıyorum. Ölmüş bir bedene bunlar yapılmamalı. Bir kez ölmüş bir bedeni, bu şekilde teşhir etmek, her gün ölümdür! Ölü bir bedene nasıl bu yapılabilir? Zaten ölmüş, kimliği bile yok. Kimlikten bile siliniyor. İnsanda vicdan olsa, insanlık olsa bu zulmü yapamazdı. Ancak insanlık olmayınca, vicdan olmayınca böyle bir muameleyi yapmak mümkün olabiliyor. Bu da beni korkutuyor. Ben mesela mezarını yaptırmak istiyorum ama yaptırsam belki kızımın cenazesine de aynı muameleyi yaparlar diye korkuyorum. Bu korku hepimizin içinde var.

Senin için dünyanın sonu gelmemiş olabilir ama benim için dünyanın sonu… Ben bundan sonra ha yaşamışım ha yaşamamışım…

Bugün ben Diyarbakır’ın içinde dolaşınca, hissettiğim acıyı anlatamam. Ben bir sene çarşıya çıkamadım, alışveriş yapamadım. Geçen ilkbaharda bir gitmiştim. O zaman, dört ayaklı minarenin orada kriz geçirdim. Eşim eve getirebildi beni. Bir sefer daha gittim, oraya bakıp feryat figan ettim, ağladım. İki tane komşum beni kollarımdan tutup kapıya kadar getirdiler. Orada gidip bir çorap bile alırken, kendimi tutamıyorum, ağlıyorum. Biri bana dedi “Neden ağlıyorsun?” Dedim “Neden ağlamayayım? Burada ne canlar gitti! Neler oldu? Siz bunu hiç düşünüyor musunuz?” Sonra bana dedi “E oldu, ne yapalım?” Dedim: “Senin için dünyanın sonu gelmemiş olabilir ama benim için dünyanın sonu… Ben bundan sonra ha yaşamışım ha yaşamamışım…”

Ben artık kendi geleceğimi düşünmüyorum. Arabam, evim olsa, yaşasam dünyanın hayatını demiyorum. Hiç aklıma bile gelmiyor bunlar. Çünkü benim hayatım benim için bitmiş. Ben gelecek nesli düşünüyorum. Her kim olursa olsun. Ermeni olur, Türk olur, Kürt olur, Zaza olur, Çerkez olur, İngiliz olur, umarım Allah kimseye bu acıyı yaşatmaz. Ben bundan sonra diyorum: “Ya rabbi benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın. Benim komşularım yaşamasın. Ya rabbi kimse yaşamasın. Öfke bitsin, barış gelsin artık. Benden sonrakilere huzur ver…” Bir gün, Diyarbakır sokaklarına, yine güzel günlerin gelmesini istiyorum. Buradan nice zulümler geldi, geçti. Daha önceden de Kenan Evren, Tansu Çiller sürecini yaşamıştık. Kenan Evren bile öldüğünde kimse kalmamıştı etrafında. Onu katil ilan ettiler, meclise bile götürmediler. Cenaze töreni bile yapmadılar. Hepsi gelip geçicidir…

Kızımdan sonra, çocuklarımın ruh hali de benimki gibi… Onlar da derdi: “Biz ablamızla gözümüzü açtık, ablamızla gözümüzü kapattık. Ablamız bizim akıl verenimizdi, dünyamız olmuştu. Biz dünyamızı kaybettik.” Ben ağladığım zaman onlar da kendilerini kaybediyor. O yüzden biz hiçbir zaman ne onun iyiliğini ne de kötülüğünü konuşmuyoruz. Kızım elimize doğan bir güneşti. O gitti; bir karanlık çöktü. Ben ona bakınca geleceğimi görürdüm. Kızım sanki benim aynamdı. Onun okuyup, doktor olacağını ve beni sefaletten kurtaracağını hayal ederdim. Ona da söylerdim bu hayalimi. Kızım ben ne dediysem onu yaptı, başardı. Kızım bana yaşamı öğretti. Evin içerisinde geri kalanlarımızın iletişimi de zayıfladı. Eşim bilgisayarda, bütün gün uyukluyor. Oğlum da onun gibi yapıyor. Kızım ise akşama kadar telefonla oyun oynuyor. Bense acımla baş başayım. Gerçekten çok şükür ki kızımız öldüğünden beri, eşim bana karışmıyor, bana arkadaş oldu. Bazen bilgisayar yüzünden üstüne gidiyorum. Sonra kendi kendime diyorum, o da kendini bu şekilde avutuyor. Ben de bazen iş yapıyorum, bazen ağlıyorum. Akşamları özellikle çok zor oluyor çünkü kimse gelip gitmiyor, yalnızım. Kimse de yok ki gideyim. Ara ara birkaç komşuma gidiyorum yine de.

* Hz. Süleyman Camii; 12.yy yapısı diğer adıyla Nasırıye Kale Camii.

// BÎRGEH

.................................

// Sosyal Medya Hesaplarımız

Sepet (0 ürün)
^