1990 senesinde Esendere’de doğdum. Aslen İranlıyım, babamın önceden bir eşi varmış, o eşi ölmüş. Sonra babam annesini almış buraya gelmiş ve İran’a bir daha dönmemiş. Evliyim,16, 15, 10 ve 3 yaşlarında 4 oğlum var. Kayınvalidem ve görümcem de dahil olmak üzere 8 kişi aynı evde yaşıyoruz. Böyle bir yaşam sürerken yasakla birlikte her şey allak bullak oldu.
Gever’de olaylar ilk önce devletin mahalleye baskın yapması ile başladı. Ondan sonra sürekli silah sesleri, bomba sesleri geliyordu. Halk, Gever’de büyük bir savaş yürütüleceğini, bize kötü şeyler yapacaklarını söylüyordu. İnsanlar, Diyarbakır ve diğer yerlerde yaşanan şeylerin, Gever’de de yaşanacağını düşünüyordu. Halkın içinde büyük bir korku vardı. Ama halk bunun sonunun ne olacağını bilmiyordu. Yavaş yavaş sonbahar oldu, Ekim, Kasım aylarında artık her yer çok kötü oldu, devlet Gever’e iyice yerleşti. Ağır silahlar geldi ve büyük bir sevkiyat oldu. Çünkü her gün gece vakitlerine kadar halk olan bitene tanık oluyordu. Mesela ben bir gün oruçluydum, iki oğlumu okula yolladım. Biri gitti, ikincisi de tam gidecekti, hava daha karanlıktı. Sabah vaktiydi ‘Devlet, evimizin karşı tarafına gelmiş’ dediler. Hepimiz pencereden bakmaya çıktık “Bakalım hangi eve baskın yapacaklar” diyorduk. Hiçbir eve baskın yapmayıp, o evleri bombalamaya başladılar. O gün de sabaha kadar yağmur yağdı. Aşağı kata indim çocuklarıma yemek verdim. Bir çocuğumun ayağında biraz rahatsızlık var, masada ona yemek veriyordum, baktım bomba patladı. Dilim tutuldu, ayaklarım ıslandı. Kaynanam feryat edip ‘Sana ne oldu’ dedi. Dilim tutulmuştu, konuşamıyordum. Çünkü oğlumun daha okula yetişmediğini biliyordum. Kaynanam feryat ediyordu “Niye konuşmuyorsun” dedi. Konuşamıyordum çünkü damağım kurumuştu, damağım titriyordu, sanki ağzımda bir parça vardı. Koluma girip beni kaldırdılar. Onlar aklımın çocukta olduğunu bilmiyorlardı, gitti mi gitmedi mi çocuğum diye düşünüyordum. Komşularımızın çocuğuyla birlikte servise binip okula gidiyorlardı. Sadece kız o dakika ayakkabılarını bağlamamış olsa, bomba isabet edecekti ve parçalanıp gideceklerdi. Oğlum “Bu kitapları çantama koy, servis beni bekliyor” dedi. Çantayı oğlumun eline verene kadar bomba patladı. O an aklım gitti, lal kesildim, gözlerim karardı, dünya sarsıldı, evde de su patladı. Yer gök yıkıldı sandık, aşağıya su boşaldı. O süreçte parke taşı döşemişlerdi, parke taşları aşağı döküldü, artık aklım gitti, dedim. Bir kız koluma girdi, gitmeme izin vermedi. Bir ara bana ‘Hayırdır ne oldu’ demişler, ben “Oğlum, oğlum” demişim. ‘Hayır bir şey yok’ demişler. Meğer servise yetişmeden bomba patlamış. Kız bağcıklarını bağlamak için bekletmeseydi, hepsi ölmüştü. Oyalanmasalardı, bomba onları parçalardı, Oğlum patlamayı görmüştü, kendi de yaralanmıştı, yüzü kanamıştı. Bütün mahalle dışarı çıkıp, başına vurup feryat etti. Servise verdiğim oğlum çok ağır yaralandığı için 2-3 ay hastanede kaldı. Bütün komşular dışarı çıktı, herkes ağlıyordu. Daha sabah, saat 6 buçuktu. Ben saat 6 da kaldırdım çocuğu, 7’ye kadar hazırladım gönderdim. Sabahın körüydü, insanlar pijama, gecelik, yalın ayak, başı açıktı, mahalleden çığlıklar yükseliyordu. Herkes çocukları için endişeleniyordu, bizimkiler servise yetişememişlerdi. Servis de henüz gelmemişti. Diğer çocuklar da servisi bekliyordu. Servis gelmemeden bomba patladı. Zaten bütün çocuklarımız okula sabah gidiyordu. Yağmur yağdığı yetiştiler mi yetişmediler diye düşünürken, aniden bomba patladı. Nasıl anlatsam, oğlumu görene kadar inanmıyordum sağ kaldıklarına. O gün saatlerce uyumadan ağladım. Kadınların hepsi oturmuş, ağlıyorlardı. Hem bir şey olmadığı için seviniyorduk, hem de yüreğimiz yanmıştı. Bütün çocuklarımız öldü sandık. Diğer yandan sürekli silah sesleri geliyordu… Her gün koridorda uyuyorduk. En güvenilir yer koridordu çünkü her tarafa kapı açılıyordu.
Yasaklar sürecinde
Kesinlikle Gever’i, yıkılıncaya kadar biz terk etmedik. Gitmek istemiyorduk. Biz erzakımızı, ihtiyacımızı hazırladık. Gerçi biz bir şey olmaz diyorduk ama yaşadıklarımız psikolojik olarak çok sarsıcıydı. Sabaha kadar sırtım yatakta hazır bekliyordum. Kış başladı, hava da soğudu. Kaloriferciler artık gelemiyorlardı çünkü can güvenlikleri yoktu.
Evlerinden çıkmaya korkuyorlardı. Biz kendimiz kalorifer ihtiyacımızı gidermeye çalıştık. Sabah sobayı kuruyorduk, öğlen kaloriferi yakıyorduk. O süreçte hayat çok zorluydu.
Erzakımızı temin ederken çok zorluk çektik. Örneğin bir komşumuz hamileydi, gece gündüz ağlıyordu “Şimdi ne yapacağız, hastaneye nasıl gideceğiz, bu çocukları nasıl dünyaya getireceğiz, nereye gideceğiz” diyordu. Onların durumuna da üzülüyorduk. Benim de bebeğim yeni doğmuştu, 5-6 aylıktı. Mahalleye, araba giremediği için çarşıya götürüp sünnet ettirene kadar, soğuk vurdu. Çocuk çok hasta oldu, üç gün kendine gelemedi. Soğuktan sesi çıkmıyordu. Büyük çocuğumu da birkaç kez zor zahmet hastaneye götürüp getirdik. Romatizma hastalığı vardı, okula bile gitmek istemiyordu. Ayağı yerinden çıktıktan sonra da 3 cm kısaldı. İstanbul’a, Ankara’ya tedavi için gönderdik ama orada kalmak istemiyordu, “Gever’e geleceğim” diyordu.
Kim gidiyorsa gitsin, biz evimizi toprağımızı bırakıp gitmeyeceğiz…
Yasak sürecinde, kaynanam da hastaydı, tedavi oluyordu. Kötü bir hastalığa yakalandığı için Ankara’da tedavi oluyordu. Tedavi için kaynanam ve eltim gitti. Çocukların babası ile ben 4 çocuğumla kaldık “Biz gitmeyeceğiz. Kim gidiyorsa gitsin, biz evimizi toprağımızı bırakıp gitmeyeceğiz” dedik. Canımızı ruhumuzu vermeyene kadar kesinlikle gitmeyeceğiz, diyorduk. Onca insan Gever’de kalmış, sanki biz onlardan daha mı iyiyiz? Evimizi bırakıp gitmeyi istemedik, nereye gidecektik? “Gitmiyoruz, öleceksek de evimizde ölelim, toprağımızda ölelim” diyorduk. Öbür yandan da çocuklarımı düşünüyordum ama bunu ifade edemiyordum da çünkü eşim kendi canını düşünüyor desin istemiyordum. İçimde hiçbir tereddüt yoktu “Bu can, bize bir gün gelmiş ve bir gün de gidecek” diyordum. Kesinlikle kendim için endişelenmiyordum ama çocuklar insanın elini kolunu bağlıyor. İnsan onlar için çok üzülüyor. Psikolojileri kötü etkilenmiş diye onlar için sabaha kadar uyumuyordum. Küçüğü “Biz ne zaman öleceğiz? Gelip bizi öldürecekler, evimizi bombalayacaklar” diyordu. Örneğin evin arka tarafına bomba atıyorlardı, bütün pencereler yıkıldı, ev döküldü. İnsan, gelen sesleri anlatmak istese olmuyor, ancak yaşamak lazım. İçimizde öyle bir korku taşıyorduk ki! Mesela “Bana bir şey olursa, 4 çocuğum ne olacak, nasıl gidecekler” diyordum. Çocuğuma bir şey olursa ne yaparım. Gece olduğu zaman, insan başına ne geleceğini bilmiyordu. Sağ mı kalırsın, selamet mi kalırsın? Psikolojik olarak çok zor durumda kalıyorsun. Düşünüyorsun acaba ölecekler mi, herkes ölecek mi, acaba ben mi öleceğim, onlar mı beni görecek ya da ben mi onları göreceğim, çok ağır bir acı…
Çocuklar “Okula gitmeyeceğiz” diyorlardı. “Devleti bizi öldürecek, komşularımızı öldürecek, halkı herkesi öldürecek. Dağa gitmek gerekiyor, dağa gitmeliyiz” diyorlardı. “Demek ki bu zulüm yüzünden, insanlar dağa gidiyorlar. Gelip komşularımızı öldürecekler, bizi öldürecekler. Şimdi devlet gelse kabul etmeyeceğiz. Anne acaba sonumuz ne olacak” diyorlardı. En son yataklarını koridora seriyordum, bomba gelirse en güvenilir yer orası diye. Kurşun sıkıyorlardı, ya pencereden gelip çocuğum vurulursa diye düşünüyordum. Bu psikoloji insanı sarıyordu. Yani hiçbir yerde, insanın güvenliği yoktu.
Yasak sürecinde yaşam mücadelesi
Su vardı, elektrik çoğu zaman gidiyordu. Örneğin elektrik gittiği zaman su da gidiyordu. Bir çeşme vardı, suyumuzu almıştık, haftalarca yetecek su doldurmuştuk. Erzakta almıştık, ne olursa olsun gitmeyeceğiz, diyorduk. Çünkü eşim “Gitmeyeceğiz, ölsek de evimizde öleceğiz” diyordu. Babamlar telefon açıyordu “Sizi öldürecekler, Diyarbakır’da diğer yerlerde ne yaptıklarını görmediniz mi? Hepsini bodrumlarda katlettiler” diyorlardı. Biz de “Evde ekmeğimizi yaparız, tandırımız var” diyorduk. Çok fazla erzak alıp, evi erzak doldurmuştuk. Yukarı katı su ile doldurmuştuk. İşte bu akıl ile sanki su gelmezse ne zamana kadar idare edeceksin ki! Ama işte o zaman öyle düşünüyorduk. Kollarımızla, omzumuzda zor zahmet erzakımızı taşıdık. Salona soba kurmuştuk çünkü elektrik çoğu zaman gidiyordu. Elektrik gittiğinde su da gidiyordu. Yine de su geldiği zaman su dolduruyordum. Büyük bidonlar vardı su dolduruyordum. Çoğu zamanda elbiseleri ellerimle yıkıyordum. Sobanın üzerinde suyu ısıtıyordum. Suyumuzu yukarı kata çıkarıyorduk. Çünkü bomba ve silahlardan dolayı sabahları dışarı çıkmaya korkuyorduk. Kendi kişisel ihtiyaçlarımız için de evde ne varsa onu kullanıyorduk. Regl olduğumuzda ped olmasa da baş ediyorduk bir şekilde. Aslında annelerimizin, nenelerimizin zamanında böyle şeyler yoktu. Bez vardı, onları kullanıyorduk. O da olmasa oğlum yeni doğmuştu onun primaları [bezleri] vardı. 6 aylık bebeğime çok üzülüyordum. Silah sesleri geldiği zaman duruyordu, sonra çığlık atıyordu. Örneğin silah sesleri geldiği zaman uyanık olmasa da göğsüme bastırıyordum, çığlık atıyordu. 15 yaşındaki oğlum da çok etkileniyordu.
Büyük olan daha cesaretliydi ‘Korkmayın, nedir sanki, ölürsek ölürüz’ diyordu. Ama öbürü düşünemiyordu, çok korkuyordu, oturup çok ağlıyordu. Ben ona sarılıyordum, teselli ediyordum “Korkma tamam mı, savaştır böyle şeyler normaldir.” “Hayır ana biz öleceğiz. Gelip bizi öldürecekler, kardeşlerime ne olacak, bize ne olacak” diyordu. Askerlerden çok etkilenmişti. Aslında, insan biliyor zaten bir gün hepimiz öleceğiz ama başka bir şey vardı. İnsan yarın başına ne geleceğini bilmiyordu. Bu çok kötü bir his! Yani sen uyuduğunda yarın başına ne geleceğini bilmiyorsun, her durumda başına ne geleceğini bilmiyorsun. Bu psikoloji insanı bitiriyor. Her uyuyup kalktığında bomba sesleri.
Yavaş yavaş herkes çıkıyor, deniliyordu. Bu süreçte evde hep yalnızdım. Zaten kaloriferci gelmiyordu. Eşim de işe gidiyordu. Bir gün teyzesi Ankara’dan bir hediye gönderdi. Ben de normalde çarşıya hiç çıkmadım bu süreçte ama dedim ben de ona küçük bir hediye bakayım. Gittim baktım Gever küle dönmüş. O dükkan yok, bu yok, kahve yok olmuş, çarşı toz toprak. O an dizlerimin bağı çözüldü. “Herkes gitmiş ben tek mi kaldım” dedim. Hiçbir şey almadan geldim eve, yemek de yapmadım. Gelir gelmez, yığılıp kaldım. “Herkes gitmiş, bir tek biz kalmışız” dedim. Eşim akşam geldi. “Hani bunun sonu ne olacak? Herkes gitmiş, bir tek biz kalmışız” dedim. “Nereye gitmek isterseniz, gidebilirsiniz. İstersen babanın evine gidebilirsin” dedi. Yasak zamanına iki gün kaldı, demişlerdi, o zamana kadar Gever’den kimileri çıkıyordu, kimileri geliyordu. İki gün kalmıştı artık ne gelen vardı ne giden… Biz çıktık. Biz çıkarken de kendimizle sadece çocuklarımın iki valizini, üç yorgan, üç yastık, üç battaniye alıp gittik. Bir araba bulup çıktık, araba da bulunmuyordu. Arabaya bindik. Minibüstü. Hem yer yoktu hem bütün halk yola dökülmüştü, giden çoktu ve yer yoktu. Ancak yer bulup binebildik. Zaten hiçbir eşya da götürmedik. Biz gidiyorduk, ama nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Sadece Gever’i terk ettik, biz çocuklarımızı alıp çıkıp gittik.
Her taraf devlet ile dolmuştu…
Gever’den çıktığımız zaman bütün okullar kapalıydı. Çocuklarımızın okullarını yasakladılar ki okulları zaten on gün, bir ay önceden boşalttılar. Çocuklar okula gelmesin, dediler. Devlet her tarafta dolmuştu, şehir dolmuştu, olduğun yerde doluydular, artık devletin gireceği yer kalmamıştı. O kadar silah, o kadar panzer, o kadar akrep, bir sürü değişik değişik silahlar, değişik değişik arabalar Gever’e geldi. Her taraf devlet ile dolmuştu. İnsanın nefes almasına izin vermiyorlardı, o kadar fazlalardı. Her gün evlere, mahalleye baskın düzenleniyordu. Kurşun sıkıyorlardı, bomba atıyorlardı. Zaten insanların psikolojisi alt üst olmuştu. Her gün mahallemizi, evleri basıyorlardı. Yani her gün mahalleye geliyorlardı, kurşun sıkıyorlardı, evlere baskın düzenliyorlardı. Yani günde hiç olmazsa, 50 kez mahalleyi basıyorlardı. Devlet mahallede tur atıyordu, insanın gözünü korkutuyorlardı. Tur atıyorlardı, arabadan İstiklal Marşı okutuyorlardı. Yani evlere baskın yapmasalar da halkı korkutuyorlardı. Sabaha kadar mahalleye gelip gidiyorlardı.
Gever’den çıktıktan sonra Van’a gittik. Eşimin bir arkadaşı vardı. Telefon açıp “Aileniz için uygun bir yer var” dedi, biz de doğrudan oraya gittik. Biz hani ev nasıldır, nedir bilmeden, çocuklarımızı alıp doğrudan oraya gittik.
Biz gittiğimizde başka bir ev daha içerisindeydi. Çocuklarımla geceye kadar dışarıda kaldık, sonra evi hazırladık girdik. Zaten hiçbir şey götürmemiştik. Üç yastık üç battaniye başka da bir şey götürmemiştik. Küçük çocuğumun eşyalarını dahi götürmemiştim. Küçük çocuğumu kucağıma aldım, diğer çocuğun ayağı ağrıyordu. Babaları da iki üç valiz aldı, başka da bir şey almaya imkânımız olmadı. Ama hiç eşya olmasa da başımız rahattı. Silah sesi artık gelmiyordu, o korku yüreğimizde yoktu. Eşyamız bir şeyimiz yoktu, çok zor günler gördük. Van’da kapımıza kadar yardım geldi ama eşim ‘Kabul etmiyoruz’ dedi. Çünkü birçok insan gelmişti, eşleri hapiste, hiç imkânı olmayan sayısız o kadar insan gelmişti. Çocuklarım dışarı çıkıp “Bir sürü insan Van sokaklarında kalmış diyordu.” O gün bazılarının yiyecek yemekleri dahi yoktu. Belki biz bir şekilde para bulmuştuk, insanların bu imkanı da yoktu. Biz de bu yüzden gelen yardımları kabul etmedik. İnsan çok etkileniyordu, çok üzülüyorduk.
Hoş olmayan şeyler yapmışlardı. Duvarımıza, yatak yorganlarımıza yazı yazmışlardı. İfade edemiyorum ama kadınların namusundan söz etmişlerdi…
Van’daki komşularımızla, Gever’deki mahalleden birbirimizi tanıyorduk. Sığındığımız mahallenin hemen hemen tamamı Gever’den gelen ailelerdi. Çevredeki köylerden gelen, birkaç Vanlı aile vardı. Komşularımızın tamamı Gever’den göç edip gelenlerdi. 3-4 ay Van’da kaldık. Yasak kaldırıldıktan 10-15 gün sonra Gever’e döndüğümüzde, tüm evleri yıkmışlardı. Evimiz sağlam mı değil mi bilmiyorduk. Bizim tek isteğimiz, sadece toprağımıza dönmekti. «Gidip bir çadır bile kursak buradan daha iyidir» diyorduk. Geldiğimizde, tüm evlerimizi talan etmişlerdi. Ne kapı vardı ne pencere vardı, tüm eşyalarımızı paramparça etmişlerdi. Hoş olmayan şeyler yapmışlardı. Duvarımıza, yatak yorganlarımıza yazı yazmışlardı. İfade edemiyorum ama kadınların namusundan söz etmişlerdi, erkeklere laf atmışlardı. Mesela erkekler hakkında, hangi evde, kimin kaldığını, kimin evi olduğunu biliyorlardı. “Sizin evinize böyle yaptık, karılarınıza şöyle yaptık, çocuklarınıza şöyle yaptık, yatağınızda uyuduk, şöyle yaptık” diye sağa sola yazmışlardı. Ağza alınmayacak şeyler yazmışlardı. Hâlâ evimde silmedim, her tarafa Türk bayrağı da çizmişlerdi. Çarşaflara, çocuklarımızın eşyalarına, bizimkine… Komşularımızın evlerini de talan etmişlerdi ne bir duvar ne bir şey bırakmamışlardı. Kalanlara da hoş olmayan şeyler yapmışlardı. Eltimin bir kutusu evdeydi, kilitliydi, el yapımıydı. Evimizde ne kadar sofra varsa bu dolabın üstüne koymuşlardı, kutuya bomba süsü vermişlerdi. Her tarafını bant ile sarıp bağlamışlardı, 250 kuruşta para üstüne koymuşlardı. Döndükten birkaç gün sonra evi temizlerken buldum, evi berbat etmişlerdi. Evden gece gündüz eşya atıyordum, bitmiyordu. Zaten sadece birkaç yastık kalmıştı başka da bir şey kalmamıştı. Üst katın tamamını yakmışlardı, talan etmişlerdi. Biz döndüğümüz zaman çocuklarım benden önce Gever’e varmıştı, annem de yanlarında gitmişti. Telefon açtı “Çocuklar durmadan ağlıyor, zapt edemiyorum” dedi. Gelip evi gördüklerinde çok etkilenmişler “Anne evimizi talan etmişler, ana evimizi niye böyle yapmışlar? Komşularımızın tüm evlerini yakmışlar” diyorlardı. Çocuklarım bir gün orada kaldı, çok etkilendikleri için babamın evine gönderdim. O manzaraya daha fazla maruz kalmalarını istemedim.
Gever’de o kadar insanın öldürülmesi çok sarsıcıydı, evimizin talan edilmesinin özümde, beş kuruş değeri yoktu. Bu olaylarda, onca insan öldürüldü, benim evim kalsa ne olur talan edilse ne olur? Benim evime hiçbir şey yapmamış olsaydılar da benim için yine değişen bir şey olmazdı. Çünkü birçok komşumuz kendi evlerinde öldürüldü. Mesela bazıları, aileleri çıkıp gitmek istediğinde ‘Bize bir şey olmaz’ demişlerdi. Ben de o fikirdeydim, eşimle ben de başka bir yere gitmek istemiyorduk. Bizim başımıza aynısı gelebilirdi, bizde evimizde öldürülmüş olabilirdik. Şu an evimin sağlam kalmış olmasına sevinemiyorum. Çünkü komşularımızın hiçbir şeyi kalmadı. Belki ben yastığı, yıkayıp üzerinde uyuyabildim ama onlar üzerinde uyuyabilecekleri bir toprak parçası bile bulamadılar. Doğrusu benim de sadece çatım sağlam kalmış olsa da, ben buna sevinemiyorum. Eltim döndüğünde “Bak evimizin haline” dediğim de bana kızıyordu ‘Yenge sen nasıl böyle bir şey dersin? Yenge baksana insanların kendi imkanlarıyla bile bulup kuracakları bir çadırları yok’ diyordu. Halk çaresiz ve esir kaldı. Duvar köşelerinde, kucağında çocuklarıyla… bide o günlerde bir ay boyunca gece gündüz yağmur yağdı. İnsanlar bu yağmurun altında rezil rüsva oldu. İnsanlar dışarıda, duvar köşelerinde iki ay üç ay orada burada çocukları kucaklarında kaldı. ‘Biz toprağımızı bırakmayacağız, buna da razıyız yeter ki başka bir yere gitmeyelim’ dediler. Belediye yardım paketleri dağıtıyordu, devlet yasaklıyordu. Belediyenin yardım dağıtmasına izin vermiyordu. Belediye çadır getiriyordu, devlet el koyup ‘Yardım yapmayacaksın’ diyordu. Belediye ne yardım getirse devlet el koyup, yardım yapmasına izin vermiyordu. Su da pisti, içilemiyordu. Ama yine de güzel bir şey vardı, evlerimizde ne varsa birbirimizle paylaşıyorduk. Biz evimizde ne varsa komşularımıza gönderiyorduk, onlarda da ne varsa bize gönderiyordu. Köyden bize eşya gelmişti, biz komşularımızla paylaşıyorduk, onlarda onlara gelirse bizimle paylaşıyordu. Kendi kendimize başımızın çaremize bakıyorduk.
İfade edilebilecek bir durum değil aslında, komşularımız, birçok insan artık yoklar.
Tüm yaşananlardan çok etkilendik. Kadınları bir korku almış, kaygı daha da artmış. İfade edilebilecek bir durum değil aslında, komşularımız, birçok insan artık yoklar. İnsanların psikolojisi iyi değil. Nereye gidersek, insanların içindeki nefret daha da artmış. Bir ülke düşünün, savaş var diyerek gelip şehirlere giriyor. Ama komşularımız öldürüldü, bizim evimizi komşularımızın evlerini talan ettiler, bizi evlerimizden çıkardılar, evlerimizi ateşe verdiler. Hangi dünyada, hangi Müslüman, hangi devlet insanlara böyle yapar. Sadece devlet biz Kürtlere bunu yapıyor. “Sen kafirsin” diyordu. Biz de Müslümanız. Bu dünyada ne olursa olsun, insanın diğer insanlara karşı saygılı olmalı. Müslüman, kâfir, isterse hayvan olsun, hayvanlara insan hiç hakaret eder mi? Onlara da öyle şeyler yapmışlardı ki… Ayaklarının altına almışlardı. Kuran’a da pis şeyler yapmışlardı. Yaptıklarına bakınca insanın beyni duruyor. Yani milletin evlerine öyle şeyler yapmışlardı ki… Sözle ifade edilemeyecek şeyler yapmışlardı.
Evimizi bu hale getirmelerine karşın, hiçbir tazminat da almadık. Öyle bir girişimde de bulunmadık. Hiçbir dilekçe de vermedik. Ama bizim için de bir kağıt gelmişti, evimize 200 milyar değer biçildiğini söylemişlerdi, biz ret ettik. Yani ne için, misal devlet evimizi talan etmiş ama evimi ben kendim talan ettirdim şeklinde dilekçe* vermeni istiyor. Maddi destek alsaydık da manevi olarak gördüğümüz hasar nasıl onarılabilirdi? Manevi olarak, çocukların yaşadığı o psikoloji, benim yaşadıklarım… Belki dört beş aydı ama… Çocuklarım, eşim, biz ölene kadar unutur muyuz? Dünyanın malını mülkünü verse de bunu onarabilir mi?
Artık insanlar öldürülmesin, savaşlar olmasın istiyorum. En azından insanlar neler yaşadığını bilsinler. Bir daha bu savaş olmasın! Kardeş olarak yaşamımızı sürdürelim. Umuyorum böyle kötü şeyleri bir daha yapmasınlar. Yani onlar biz kardeşiz diyorlar ama bizim gördüğümüz zulümden hiç bahsetmiyorlar. Doğrusu biz ailemizden, ‘şu insandan nefret edeceksin, bu Kürt’tür, bu Türk’tür, bu Hristiyan’dır’ gibi ayrımlar görmedik. Sonuçta hepimiz insanız. Bu dünyaya gelmişiz hepimizin bir hayatı var, hepimizin güzel bir yaşam sürme hakkı var. Bu dünyada her insana ihtiyacımız var. Yeter ki başkasına değer verelim, yaşama değer verelim.
* Tazminat için başvuran insanlar, 5233 sayılı kanun gereği, bu yaşananların terörle mücadeleden doğan zorunlu ve istemsiz bir hasar olduğunu kabul etmiş oluyorlar. Pek çok insan böyle bir beyan anlamına dahi gelecek bir davranıştan kaçınmak için tazminat başvurusunda bulunurken böyle bir çelişki yaşadığını dile getirmektedir.