1968 yılında, Sur, Diyarbakır’da doğdum. Babaannem ve ailesi 1915’te göç ettirilmişler. Babaannenin babası ve dayısı bir şekilde Amerika’ya göç etmiş. Annesi, bir kardeşi, bir halası ve eşimin de büyükanneleri Elazığ Kehli’de kalmışlar.
Savaşta, anneleri ve çocukları birbirinden ayırmışlar. Özellikle erkekleri ve erkek çocuklarını öldürmüşler. Ailenin, iki kız çocuğunu, Ani yoluna kadar getirmişler. Birini bir köyün ağası almış, diğerini başka bir köyün ağası evlatlık almış ve beslemişler. Yıllar sonra ise… Eskiden köylerde çerçi olurdu. O köye gitmiş “Zamanında böyle bir şey olmuş,” diğer köye gitmiş “Eskiden şöyle bir olay olmuş” diye anlatmış. Nenem ve kız kardeşi bir şekilde birbirlerini buluyorlar. Bulduktan sonra Diyarbakır’a göç etmişler. Kayınpederim de Zilan aşiretinden. Zilan Katliamı’nda* onlar da göç etmiş ve Ani’nin bir köyüne yerleşmişler. Babam da Diyarbakır’a yerleşmiş. Annemle babam bir şekilde birbirlerini bulmuşlar ve evlenmişler. Hayatımız hep göçle geçmiş. Ben de 1968’de Sur, Saray Kapı’da doğdum ve Sur’da evlendim. 5 tane çocuğum var, 2 oğlum evli, kızım da evliydi fakat 5-6 yıl önce eşinden ayrıldı.
Sur, Ali Paşa Mahallesi’nde oturuyorduk, yakın zamana kadar. Fakat yasak ilanıyla birlikte hayatımız altüst oldu. Hepimizin psikolojisi bozuldu. Olanlardan çocuklarımızın, herkesin hayatı olumsuz etkilendi. Oğlum sağlıklı bir çocuktu aslında, ama Sur olaylarından sonra uyuşturucu bağımlısı oldu. Savaş sürecinde, ailecek hepimiz evdeydik. Yasak başladığında herkes yavaş yavaş kaçmaya başladı. Ben ve eşim evde kaldık, dışarıya çıkmadık. Çocuklar da yaklaşık 20 gün bizimle kalmaya devam etti fakat sonra dayılarına geçmek zorunda kaldılar. Her birimiz bir yere dağıldık. Çocuklar, Yenişehir’de bir ev tuttular, orada kaldılar. Ama ben yasak boyunca, çatışmalar durana kadar hiç Sur’dan çıkmadım.
Bizim evin etrafında çatışmalar çok yoğundu. Roket atıyorlardı, Sur’a değiyordu. Hiç evden çıkamıyordum çünkü tanklar toplanıyordu kapımızın önünde. Çatışma başladığı zaman ne asker ne polis yoktu yakınlarımızda. Sonra askerler Sur’a girdiği zaman, gelip bizim kapının önünde karargâh kurdular. Kapının önüne kum torbaları koydular. Dışarıya çıkmak bile yasaktı. Benim ayaklarım çok ağrıyordu o yüzden, damdan dama atlayıp dışarı çıkamıyordum ama çocuklar, bazen de babaları bize damdan dama atlayarak ekmek getiriyordu. Bazen 15-20 gün hiç gidemiyorlardı. Çok çatışma vardı, evde olan şeylerle bir süre idare ettik. Sonra baktık bir şey kalmamış evde. Kızım, çatışma durulmuşsa gidip birkaç günlük ekmek alıp komşunun damından eve gelip, bırakıyordu. Bazen öyle oluyordu ki kapının önünden odun alamıyorduk. Bir süre sonra da askerler gelip damımızın üzerini karargâh yaptılar. Makinelerini de avluya bıraktılar. Tepemizde ve de karşı taraftaki damda iki keskin nişancı vardı. Polis üstümüzdeydi, ben içerdeydim. Bir gün gelip dediler ki “Çıkın! Polis geldi, çıkın.” Ben de “Dışarıda nasıl yaşayayım? Nereye gideyim?” dedim. “Çık git! Otel var, konut var” dediler. Sonrasında askerler de geldi, aynısını yaptı. Ben ne yaptılarsa çıkmadım. Kapıyı kapatmakla tehdit ettiler, “Ne yersiniz, ne içersiniz, ölürsünüz burada” dediler. “Bir şekilde ne yer ne içer hayatta kalırım ben. Neden ölelim ki kendi evimizdeyiz. Ancak sizden bize zarar gelir. Bizden size zarar gelmez” dedim. Ondan sonra kapıyı, kum torbalarıyla kapattılar, peşin sıra beton blok kurdular. Kendileri de dama konumlandılar. Akşam olunca çıkamıyorduk çünkü bizi de gözetliyorlardı. Bir gün büyük kızım gelmişti, onun odası yukardaydı. Odasına gitmek için kapıdan çıktığı gibi avluyu taradılar. Kendini yere atmasaydı, öldürürlerdi. Kapıya da saplanmıştı mermiler.
* Zilan Katliamı, 29 Aralık 1929 tarihli KHK ile yasal zemini düzenlenmiş olan bir operasyondur. Van’ın Erciş ilçesinde başlatılan operasyon ile daha önceden başlayan Ağrı Dağı İsyanı’nı bastırmak hedeflenmiş olup bu amaçla resmi açıklamalara göre 15.000 kimi kaynaklara göre ise 47.000 insanın ölümüne neden olunmuştur.
Bazen tüpümüz bittiği zaman, yemeği sobanın üstünde yapıyordum. Bu yüzden odun almak için dışarı çıktığımız da oluyordu. Tüpte yemek kaynar kaynamaz, sobanın üstüne koyuyordum. Bir gün torunum da yanımdaydı. Tüpümüz bittiği için ızgara yapmak zorunda kaldım. Bodrumda tavuğu mangalın üzerine koydum. Muhtemelen dumanı fark ettiği için helikopter üstümden ayrılmıyordu. Helikopter beni tarayabilir diye ne yaptıysam çıkamadım bodrumdan dışarıya. Eşim dedi “Sen ne yaptın? Diyecekler, bir şey mi var orada. Çık dışarıya gel.” Üstümden ayrılmıyorlar ki! Çıktım, bir şey sıktılar bana. Kebap yaptığımı göstermek için mangalı gösterdim. Helikopter üzerimde üç tur daha attı sonra gitti. Askerler de gördü. Onlar, biz orada başka bir şey yapıyoruz diye düşündü.
Yasak süresince çok zorluk çektik. Yine de bir şey olmadı. Orada her gün radyo dinliyordum. Sur’da ne oluyordu, oradan dinliyordum. Hangi radyo olduğunu tam hatırlamıyorum ama Sur’da neler oluyor, çatışmalarda kaç kişi ölüyor, Kürtçe, Türkçe ve Zazaca yayın yapıyordu. Bizim ev sesi dışarıya vermiyordu o yüzden onlar duymuyorlardı, radyoyu açıp dinleyebiliyordum. Bir gün, gençleri bir yerde sıkıştırdılar. Radyoda bir Hizbullahçı konuşma yaptı. Sur’da, yerin altında, nerelerde tüneller var, tünellerin ucu nerelerdedir, nasıl girilir, nasıl çıkılır, hepsini anlattı. Ben de biliyordum, Sur’un altında tünellerinin olduğunu. Çünkü babam bize anlattı; gerillalar Sur’un altında tünellerde saklanıyorlarmış. O konuşma sonrası, kamyonlar kum taşımaya başladı. Bizim evden görünüyordu, fakülteden kumlar taşınıyordu. Eşime dedim “Hayırdır, neden bu kadar kum taşıyorlar?” O da “Ben ne bileyim, sen çok meraklısın. Bir şey bir gün sana da denk gelecek, ölüp gideceksin.” dedi. Ben de “Merak etme bir şey olmaz bana. Biliyor musun, bu kumları alıyorlar, tünelleri kapatıyorlar. Onları sıkıştırıyorlar” dedim. Eşim de daha haberdar olmadıklarını düşünüyordu. Ama bence radyoda duydular, sonra yavaş yavaş tünelleri kapattılar. Bir hafta geçti, radyoda tünellerin doldurulup kapatıldığını söylediler. Gençleri sıkıştırıyorlardı. 100 kişi bir yerde sıkışmış, 50 kişi bir yerde sıkışmış diye haber yapıyorlardı. Palavra da olabilir, tam olarak bilemiyorum.
Askerler, polisler damda konuşuyordu; “Biz o kadar sıkıyoruz, onlardan çok gitmiyor. Bizden çok gidiyor” dedi. Kimliksiz polisler vardı Sur’un içinde. Yurtlarda büyümüşler, paralı olarak gönüllü gelmişler. Bazen benimle de konuşuyorlardı; bir sürü polisin öldüğünü ya da panzerin içinde patlama olunca öldüklerini söylüyorlardı. Basında bunları böyle söylemiyorlardı. Haberlerde “Bugün 10 terörist ölmüş, şu gün 3 terörist ölmüş. 6-7 terörist şöyle ölmüş.” diye anlatıyorlardı. Niye o kadar bomba atıyorlardı, hiç asker ölmüyordu? Hiç polis ölmüyordu? Medyaya göre sadece gerilla ölüyordu. Bir gün radyoya iki tane polis geldi, konuştu. Dedi “Ben polisim, vicdan azabından istifa ettim.” Hem Kürtçe hem de Türkçe konuştu. Dedi “Sur’da bir sürü arkadaş ölüyor, söylemiyorlar. Hep cesetler Sur’un içindedir, günahtır, bir şeyler yapsınlar. Dursun bu çatışmalar artık” dedi. Bence de bu Sur olaylarını hem bir şeyleri çıkarmak için yaptılar, hem de devam eden bir TOKİ davası vardı, onun için yaptılar. Yasak sürecinde, Sur’dan çok şey çıkardılar; para, altın vs. Sur resmen bir hazineydi. Birçok medeniyetten insan yaşamış, Ermeniler yaşamışlar. Hep gömmüşler, öyle şeyler de çıkarttılar içinden. Böyle söylentiler de vardı.
Bazen çamaşır seriyordum “Sen çıkıyorsun dışarı, korkmuyor musun? Bir şeyler sana değebilir” diyorlardı. Bir kere roket attılar. Roket Sur’a değdi. Parçaları hep evimize isabet etti, şarapnel parçaları… Ben de oradaydım, tesadüf, düştü önüme. Önceden korkuyordum, seslerden ilk 2-3 gün uyuyamıyordum. Sonra zamanla alıştım. Sanki ben de onlarla beraber çatışıyordum. Gece gündüz çatışmalar durmuyordu. Toplar bizim kapının önündeydi. Sabah uyanıyorduk, sobayı yakıyordum, sonra kahvaltı yapıyorduk. Uzaktan köy korucuları da görünüyordu. Bir gün, bir köy korucusu çöp tenekesini üstüne kapamış oradan oraya kaçıyordu. Onu tarıyorlardı. Ayıp değil mi? İnsanlar utanmıyor mu köy korucusu olmaya? Çatışmalara girip, kendilerini rezil ediyorlar. O gün de çöp tenekesinin altındaki korucuya aslında çöp muamelesi yapıyorlardı. Keşke sesim onlara gitseydi; “Bak çöp tenekesine layık görmüşler sizi. Kendi halkına karşı savaşmışsın. Almışsın çöp tenekesini bir oraya bir buraya kaçıyorsun” diyebilseydim.
Her şey bitmişti, sadece savaş vardı…
Bu süreçte çocuklarımı da görmüyordum, hele erkek çocuklarımı hiç görmüyordum. Tam çatışma bitti, Hz. Süleyman’a taraf Saray Kapı açıldı. Açılana kadar birbirimizi hiç göremedik, sonrasında kapı açıldı. Ben bir kere çıktım dışarı. Fakat sonrasında kapı tekrar kapandı. 4 ay sonra askerler Sur’dan çıktı. O zamana kadar ben hiç çıkmadım. Belki 4 aydan daha fazla çocuklarımı göremedim. Aylarca susuz, elektriksiz kaldık. Asker ve polisler kendileri için bir su deposu almışlardı. Baş aşağı durduğu için ince ince sızıntı oluyordu. Bidonları sızıntının önüne koyup dolduruyordum. Ama elektrik yoktu. Sobanın üstünde su ısıtıp yıkanıyordum. Birkaç komşumuz da bu şekilde ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. 2 ay hiç elektriğimiz yoktu, sadece bir kabloyla Hz. Süleyman’dan tarafa elektriği çektik. Işıldağın şarjı var, bir kablosunu kesmiş ve telefon şarj etmeye uygun bir hale getirmiştim. Ama batarya az şarj alıyordu.
Kızlarım bana ekmek getirdiklerinde, batarya da getiriyordu, haftada bir kere değiştiriyorduk. Çok mecbur olduğumda, ışıldağı söndürüp, mum yakıyordum. Işıldağın şarjıyla telefonu şarj ediyordum.
Yasakta komşularımızla olan bağımız da koptu. Yasaktan önce komşularımla ilişkilerim çok güzeldi. Şimdi hiçbir komşumu göremiyorum. Mesela hepimiz parkta oturuyorduk, ben çay yapıyordum. Bütün komşularımız toplanırdı. Hayatımız güzeldi, çocuklarımız ve komşularımızla mutluyduk. Her şey üzerine konuşuyorduk, çocuklarımızdan, hayattan her şeyden… Güzel bir hayatımız vardı. Geliyorlardı benim kapımın önüne, çay yapıyorduk, yemek yapıyorduk, piknik yapıyorduk. Yasakla, bir anda hayatlarımız değişti. Her şey birbirine girdi. Çatışmalar başladı, çocukların her biri bir yere dağıldı, paramparça olduk. Her şey bitmişti, sadece savaş vardı. Bazıları bilmez, korkup kaçtılar İstanbul’a, ben resmen çatışmanın içindeydim. Hiç çıkmadım. O top atışları, top atışlarının sesi… Bir yere vurduğu zaman insan iliklerine kadar hissediyordu. Akşama kadar o top atışları… Bordo bereli duraklasa, asker devralıyordu. Onlar hiç nefes almadan top atışı yapıyorlardı. Evimiz Sur olmasaydı, o atışlarla yıkılırdı. Biz resmen savaşın içindeydik.
Bir gün suyu patlatmışlardı. Bütün mahalleyi su basmıştı. Kimseye su gitmesin, susuz kalsın diye suları patlatmış, elektrikleri kesmişlerdi. Trafoları da patlattıkları için yangın çıkmıştı. Millet korkup çıksın diye her şeyi yerle bir ettiler, hiçbir şey bırakmadılar. Millet döşeklerini omuzlayıp kaçıyordu. 9. yasakta, artık hiç kimse kalmadı Sur’un içinde. Hepsi kaçtı, gitti. Ben kaldım. Onlar oradan taşınıyordu, ben oturuyordum. Gittim bakkaldan şeker, yağ aldım, eve geri geldim. Bakkal, “Abla biz hepimiz kaçıyoruz, dükkanı boşaltıyoruz. Sen niye gitmiyorsun” dedi. Dedim “Ben eve gidiyorum, nereye gideyim. Benim hayatım burada geçmiş.”
Bir gün, 24 ya da 23 gün geçmişti, öyle şiddetli bir çatışma vardı ki torunumu aldım. Kayınbabam yeni öldüğü için evlerine gitmek istedim. Çıkıp Saray Kapı’ya kadar geldim. Çatışma oluyordu o sırada. Su boruları patlatılmıştı, ayaklarım su içinde kaldı. Çatışma çok şiddetliydi, mermiler yağıyordu. İnce bir duvarın dibinden eğile eğile Saray Kapı’ya kadar gittik. Polisler bırakmıyorlardı. Çevik kuvvet, megafonla “Gelme diyorum sana, öleceksin” diyordu. Ben de “İçerde de kalsak ölüyoruz, dışarıda da kalsak ölüyoruz. Bırakın gidelim” dedim. Ne yaptıysam, bırakmadılar. Torunumla beni, o çatışmada geri gönderdiler. İkimiz de sular içinde, çamur içinde kaldık. Bizi gönderdiler, bazen çamura, bazen suya düşüyorduk. Bir şekilde eve ulaştık, titriyorduk. Geldiğimde ağlamaya başladım, beddualar ettim. Torunum da 5 yaşındaydı, korkudan öldü resmen. Polisin biri çikolata verdi, alıp tekrar polise fırlattı. “Almıyorum” diye bağırdı. Bizi korkudan öldürdüler, bir de üzerine çikolata veriyorlar. Ben yine de “Al oğlum al, evde canın ister” dedim ama almadı. Geldik eve, geldik eve kapıyı çaldık, girdik içeriye. O soğukta bizi o yağmurda geri gönderdiler. Annemin hasta olduğunu, benim de hasta olduğumu söyledim ama bırakmadılar. “Gir içeri yasak olmuş, bugünden sonra kimse dışarı çıkamaz” diyorlardı.
Bir gün de kapıya geldiler, “Çıkın, öldürürler sizi, kafa üstü düşersiniz, canınızdan olursunuz. Helikopter sizi görür, sıkar, kafa üstü düşer ölürsünüz, biz nasılsa sağ kalırız burada” diyorlardı. Duvarlarda da “Kürtler biz gelmişiz, Kürtlere böyle böyle yapmışız. Onları çıkarmışız” yazıyordu. Duvarlara ağza alınmayacak küfürler yazmışlardı Kürtlerle ilgili.
Bir gün oğlum içeride kalmıştı, onu çıkarmaya gittim. Annem beyaz bayrak sallayarak çıkmamızı istedi. Dedim “Anne ben ölsem o bayrağı sallamam. Gerekirse gidip oğlumu getirmem.” Annem dedi “Ben sallayayım, yazıktır. Evde aç kalmış 4-5 gündür; giderler çocuğu öldürürler içerde. Gidelim getirelim çocuğu.” Annem beyaz bayrak salladı. Gittik, polis neden orada olduğumuzu sordu. Oğlumun 4-5 gündür içeride kaldığını söyledim. “Gel gel. Bak senin gibi bayanlar mevzidedirler. Ne bileyim sen de onlardan mısın değil misin?” Tabletini çıkarıp teyit etti. Ben de dedim “Bak bak belki görürsün beni mevzide.” Biraz duraksadı, beni orada göremeyince, “Git oğlunu getir. Annen bizimle kalsın” dedi. Yüzünü de açmamıştı, sadece burnu gözüküyordu, yaşlı biriydi, belliydi. Gittim oğlumu getirdim. Çatışıp, çatışmadığını anlamak için omuzlarına, kollarına, parmaklarına baktılar.
Çocuk 4- 5 gündür evde, aç, susuz ne yemek var ne de bir şey. Sadece süt varmış ve onunla idare etmiş. Sur’da çatışmaların içerisinde kalmış. Ben gidip çıkardım. Sonrasında, çatışmaya girmiş mi girmemiş mi öğrenmek için GBT yapmaya götürdüler. Biri dedi “Bu yaşlı kadın gitsin ama sen bekle burada, oğlun gelene kadar.” Soğuktu, annem titriyordu. Yağmur yağıyordu, yerler ıslaktı. Öyle bir çatışma vardı ki… Annem yaşlı ve tekti, götürmeyi bile teklif etmedi. Bana [polis], “Oğlunun eğer bir sabıkası çıkarsa beynine sıkarız. Burada öldürürüz.” dedi. Ben de “Tamam, çıkarsa eğer öldür. Git önce bak ama ondan sonra” dedim. Sonra ben her şeyin cevabını verince, “Sen git eve. Oğlun gelince gönderirim.” dedi. Ben eve girdim, sonrasında oğlum da arkamdan geldi. Çatışmanın içinde birkaç kere onu bırakmışlar, belki mermi değer diye orada tek başına dolandırmışlar, sonrasında bırakmışlar. Bir süre sonra tekrar yakaladılar çocuğu, 4-5 gün kaldı, sonra yine bıraktılar. Gizli dosyayla, dava açıldı hakkında.
Sonrasında bütün evleri yıktılar. Hiçbir şeyi, hiçbir yeri tanıyamıyorduk, öylece kaldık…
Sur’da evimizin iki kapısı vardı. Sadece komşularımız tarafından kapımız açıktı. Oradan gidip, geliyorduk. O zaman, çatışma durmuştu. Ama polisler sürgüyle kapatmışlardı, giriş çıkışlara izin vermiyorlardı hala. Resmen hapishane gibi yapmışlardı. Tek bir yol vardı, o da komşuların bahçesindeydi, oradan gidip geliyorduk. Orayı da kapattılar bir ara. Sonrasında yine elektriğimizi, suyumuzu kestiler. Bir gün, bizi evden çıkartmak için ek yaptığımız elektrik kablosunu da kestiler. Bir ay o şekilde geçti. Sonrasında bütün evleri yıktılar. Hiçbir şeyi, hiçbir yeri tanımıyorduk, öylece kaldık. Bir gün baktık, kepçe geldi altımızdaki evi de yıkıyor. Ben daha hiç içeriden çıkamayacağımızı düşündüm. Komşuların evlerini de yıkacaklardı. Mahallede kimse kalmamıştı. Bir tek ben kalmıştım. Bahçe vardı, o çatışma olmayan bölgede, Sur’un dış tarafında kalıyordu. En son sadece ben kalmıştım. İki kişi daha vardı. Ama onlar da çatışma şiddetlenince evlerinde beklemişler ama dayanamayıp onlar da çıkıp gitmişti. Ben, eşim ve bir de torunum kaldık. Sonra da buraya geldik.
Kepçe geldi, çevredeki evleri yıktı. Daha gidilecek yol yok, su yok, elektriği kesmişlerdi. Mecbur kalıp, buraya geldik. Yağmur yağıyordu, şimdiki evi bulduk. Geldik, hemen yerleştik. Yanımıza alabildiğimiz eşyaları içeriye attık. Artık çoğu eşyamız yoktu, Sur’da kalmışlardı. Oysa polisler, eşyalarımızın kalabileceğini ve kimsenin bir şey yapamayacağını söylemişti. Yolu açtıklarında tekrar eşyalarımızı alabileceğimizi söylediler. Bir gün babaları gidiyor, bakıyor ki ne eşya kalmış ne de bir şey. Her şeylerimizi götürmüşlerdi, geriye hiçbir şey kalmamıştı. O zaman ev duruyordu, ama eşyalar yoktu. Şimdi, eşyalar da gitti, ev de gitti… Ben evimi o haliyle göremedim, eşim gitmişti. En son, kepçe yıkmıştı evi. Ev yıkılmadan önce de yazılar vardı duvarlarda. Kürtlere hakaret ediyorlardı “Kürtleri böyle yaptık; onları böyle yapa yapa öldürdük.” diye. Öldürdükleri insanların cesetlerini hep caminin içinde bırakmışlar. Benim de artık psikolojim bozulmuştu, her gün ağlıyordum. Dediler filankesin cesedi pazarda kalmış. Bazı cenazelere köpek saldırmıştı. Bazıları anlatıyordu “Fareler şöyle yemiş, böyle kemirmiş.” diye Onlar anlattıkça, ben ağlıyordum. Bir insan nasıl bu hale gelir? İnsanın, ölüye saygısı olur. Bırakın ailesi götürsün. 1-2 tane tanıdığım çocuk vardı, onlar da ölmüşlerdi orada. Bir komşumuzun çocuğunun göğsüne 6-7 tane kurşun arka arkaya sıkmışlardı. Bir de duvarı yıkmışlar, duvar da üstüne düşmüş. Bir tanesinin de panzerle üstünden geçmişlerdi.
Yasakta kadınlara “siz Ermenisiniz, geberin!” diyorlardı. Bir gün ben onlardan izin alıp, dışarı çıktım. Polis, beni taramaya başladı. O beni taradı ama ben korkmadım. Annem ve komşularımız bağırdı. Ben de ona bağırdım “Ne yapıyorsun? Ne yaptım ben sana? Ben senden izin aldım. Karşıya geçecektim. Sen ne yaptın?” diye. Gülmeye başladı. Onlarda silah var, bizde yok. Ne bileyim işte kendilerini rezil bir konuma getirmişler, herkesi de kendileriyle birlikte rezil etmişler.
Bize ait hiçbir şeyimiz yok artık. Sur’da bize ait bir hayatımız vardı…
Surlar UNESCO Avrupa mirasları listesine girdi. Ondan bilhassa Sur’a zarar verdiler. Gördüler, Avrupa Kürtlere değer veriyor. Kürtler daha da güçlü olacaklar diye, yıktılar. Benim kendi görüşüm bu yöndedir. Evlerinden çıkan insanlara da açıklamaya çalıştım “Gitmeyin, bilerek öyle yapıyorlar. Bir daha evinize giremezsiniz.” Onlar da bana “Yok yok, sen Kürtleri seviyorsun ondan böyle yapıyorsun” diyorlardı. Onlar da korkuyorlardı, güvenlik güçleri bir tane sıkıyorlardı, o dakika taksi tutup kaçıyorlardı. Biz de en sonunda taşınmak zorunda kaldık. Yaklaşık 8 aydır bu mahallesindeyiz Sur’un. Yaşamımızda çok şey değişti, alt üst oldu. Ben hiç yaşamıyorum gibi hissediyorum. Gidip yemek pişirmekle uğraşıyorum, sırf hayatımı unutayım diye. Psikolojim bozulmuş, vücudumu kaşıntılar almış. Oğlum madde bağımlısı olduğu için akşamları ofise gidiyordum. Onu bulmak için saat 3’e 4’e kadar orada oturuyordum. Komşunun oğlu geliyordu, benimle otur yordu. Hepimizin psikolojisi bozulmuş. Sur hayatı eskiden nasıldı şimdi nasıl? Sur hayatı cıvıl cıvıl, neşeliydi, hepimiz mutluyduk. Annem de artık yaşayan bir ölü… Burada ne komşuluk var ne başka bir şey var. Bir odamız, şimdiki ev kadardı. Fareli, böcekli bir evdeyiz şimdi, bize ait hiçbir şeyimiz yok. Sur’da bize ait bir hayatımız vardı. Kızım artık ara ara üzüntüden bayılıyor, o kadar üzülüyor. Geçen gün yine dışarıda bayılmış, komşular hastaneye götürmüş. Hepimiz perişan olduk. Çocuklarımın her biri bir yerde…
Evimi, mahalleyi, arkadaşlığı, komşuluğu her şeyi özlüyorum. En azından sokakta pazara gidene kadar hep tanıdığım insanlardı, arkadaşlarımdı. Herkes bir aileydi. Sur bir aileydi. Saray Kapı’dan Dört Yol’a çıkana kadar hepimiz bir aileydik. Bizi tanıyorlardı. Gidiyorduk, geliyorduk. Burada ne kimse bizi tanıyor ne de biz kimseyi tanıyoruz. Öyle gelmişiz buraya işte. Allah hakkımızı bırakmasın! Bırakmaz da! Mutlaka onların burnundan getirir. Bizleri hep sefil ettiler, ezdiler. Biz Kürtler birleşseydik, böyle olmazdı. Sur’dan hiç kimse çıkmasaydı, hepimiz birleşseydik, 50 hane kalsaydı, hiçbir şey yapamazlardı. Evlerini boşaltmasaydılar. Devlet gelip rahat rahat Sur’a girdi. Aldılar topu, evleri yıkmaya başladılar. İnsanlar direnebildiği kadar direndiler, sonra onlar da bırakıp gittiler. Sabah bir baktım benden daha fanatik olan Kürtler almışlar bayrağı eline karısıyla, çoluk çocuğuyla… Tanıdığım biri mesela, almış eline bayrağı kaçıyor. Arkasından seslendim, “Sen kaçacak bir insan mıydın? Direnmeliydin sen!” Ses çıkarmadı, kaçıp gittiler. Yani direnen olsaydı, Sur öyle hemen teslim olmazdı. Düşmana nasıl teslim olunursa, Sur da öyle teslim oldu. Hepimizin evini aldılar. Şimdi sokaktayız, perişanız. Herkesin hayatı değişti. İnsanların, çocukları uyuşturucu bağımlısı oldu, kızları fuhuşa sürüklendi. Çevre değişti, hiç kimse kimseyi tanımıyor. Herkes paramparça oldu. Geldiğimiz ev, bizim evimiz gibi değil. Ne bulaşığı koyacak yer var ne doğru dürüst bir şey yerleştirebiliyoruz. Yatarsak bir yerde yatıyoruz. Bir sürü aile bir arada, sıkışık… Fare deliği gibi… Bu hayat mıdır? Kendileri lüks yerlerde yaşıyorken biz perişan haldeyiz.
Ben ile kızım daha 1-2 aydır çalışıyoruz. O da kişi başı 50 TL elimize geçiyor, ev ihtiyaçlarına harcıyoruz. Kızım da çocuğunu okuttuğu için onun masrafını ancak çıkartıyor. Eskiden, ayrıydı evimiz. Bağımlı oğlum da çalışmıyor, diğer oğlum da çalışmıyor. Onlara da bakıyorum, onların kiralarını da veriyorum. Annem bir alt katımda kalıyor. 300 TL annemin kaldığı kat için, 300 TL de bu kat için kira veriyorum. Yaşlıdır, Sur’daki evde birlikte yaşıyorduk. Şimdi yerimiz dar, eşyalar diğer odada, bu yüzden anneme de alt katı tuttuk. Küçük kızım da onla beraber kalıyor. Oğullarımın hepsi 300-350 metre mesafede oturuyorlar. Anneme, oğullarıma ben bakıyorum. Çalışan yok, bağımlı oğlum çalışmıyor, diğeri cezaevindeydi, dayısıyla kavga etmişti. Siyasi bir davaya dönüştürdüler. Tokat’ta F tipinde kalıyordu. Tokat’tan sonra Rize’ye gönderdiler. Yakın zamanda çıktı, 2 ay oldu. Hepimiz paramparça olduk.
En çok ölen insanlara üzülüyorum, hepimiz öylece dağıldık diye de üzülüyorum. Arkadaşlarımı, hepsini kaybettim. Hiçbir şeyim yok. Çocuklarım hep perişan oldu. Çoğu insan perişan oldu da bizimki daha beter oldu. Onlar en azından başta çıktılar, beraber kaldılar. Bizim ailemizin hepsi dağıldı. Bağımlı olan yeni yeni toparlıyor, diğer oğlum da İstanbul’a gitti, bir daha da geri gelmedi. Hep çocuklarım paramparça oldu. O da yaklaşık 22 yaşlarında, çatışmalarda onları da gelişigüzel yakalıyorlardı, baskı yapıyorlardı. Gitti ve bir daha geri gelmedi. Herkesi keyfi yakalıyorlardı, götürüyorlardı.
Gelecek günler güzel olsun artık. Savaş olmasın! Hepimiz güzel, barış içinde yaşayalım istiyorum. En azından çocuklarımız güzel yaşasın, biz hep savaş görmüşüz. Nenem görmüş, öbür nenem görmüş, biz üç nesil, hepimiz savaş görmüşüz. Yeter artık! Umarım bu yaşananları onarmak için bir adım atarlar. Sur’daki evimi özledim, hayatımı özledim…