Benim İstediğim Bize Özgürlüğün, Kürtlere Haklarının Verilmesidir. Özgürlük, Haklarımızın Verilmesiyle Beraber Gelecek.

Babam Erzurum Türk’üdür, daha küçük bir çocukken, Elbak’a gelip, orada kalmış. Babası, annesi, kız kardeşi de orada ölmüş ve o da bir daha Erzurum’a dönmemiş. Ben, 1956 yılında Van’ın Elbak (Başkale) ilçesinde doğdum. Annem de Bitlis Türk’üdür, babamla Elbak’ta karşılaşıp, evlenmişler. 40-42 yıl önce evlenip, Gever’e yerleştim. Altı oğlum bir kızım oldu.

Sokağa çıkma yasakları…

Yasak süreci öncesi hayatımız zorlaşmaya başlamıştı. Yasaktan önce de biz dışarı çıkamıyorduk, çıktığımızda üzerimize kurşun yağıyordu, ulu orta insanlar vuruluyordu. Diğer şehirlerde yaşanan yasaklara tepki göstermek için insanlar her gün sokağa çıkıyordu. Her defasında, bir mahalleye baskın düzenliyorlardı. Millet tepki gösteriyordu ve onlarda geri çekilip, başka bir mahalleye baskın düzenliyorlardı. Cizre’deki bodrum sürecine kadar insanlar dışarıdaydı. Kimse içeri girmiyor, herkes dışarı çıkıyor ve eylem yapıyordu. Gever halkı, Cizre’deki olanlara tanıklık edince, “Hepimizi o şekilde yakacaklar” dedi. Bu nedenle Gever’de süreç başladığında, halk sokağa çıktı ama korkudan bıraktı. Birçok gencimiz içeride kalmıştı. Bırakmasaydı, Cizre’deki gibi insanları benzin ile yakacaklardı, kimyasal atacaklardı.

Bir yandan polisler, bir yandan askerler, diğer bir taraftan kontrgerillalar, beni her gördüklerinde “Seni öldüreceğiz!” diyerek tehdit ettiler…

Ben yasağın ilan edildiği gün saat 6’ya kadar da Gever’deydim. O gün kimse kalmamıştı, mahallede bir tek ben kalmıştım. Hırslandım, öfkelendim! Öfkem devleteydi, devletin çıkardığı savaşaydı… Devlet evimi harap ettiği için evimi bırakmak zorunda kaldım. Devlet harap etmeseydi, ben niçin sokaklara düşeyim? Yasağın başladığı o gün, ben ve küçük oğlum evden çıkıp, Şemzînan’a gittik. Başka bir yere gidemiyorduk çünkü araba yoktu. Eşim hasta olduğu için İstanbul’a doktora gitmişti, Ciwan da Colemêrg’e sınava gitmişti. Kızım yan sokağımızda oturuyordu, o da Esendere’ye, kayınbabasının olduğu mahalleye gitti. Ben ve küçük oğlum evde yalnız kalmıştık. Ona bir şey olmasın diye, ben de onu alıp Şemzînan’a eltimin evine gittim. Ciwan son kez telefon edene kadar da orada kaldım. Ciwan’ım küçücüktü. İşe gidiyor ve aynı zamanda dershanesine devam ediyordu. Dershaneden döndüğünde çıkmasına izin vermediler. Oğlum 9 gün boyunca telefon açıp, “Ana ben iyiyim hiçbir şeyim yok” diyordu. 9. gün aradığında “Ana bana kimyasal attılar, bana yardım edin!” dedi. Kime yakardıysam, kime gittiysem kulak vermedi. 155’e de telefon açtım, cevap vermediler. “Ana bana yardım edin, biz çaresiz kaldık. Valla artık kurtuluşumuz yok, valla artık telefonum…” dedi, telefon kesildi. Sonrasında Şemzînan’dan Gever’e gelmeye çalıştım. Bir yandan polisler, bir yandan askerler, diğer bir taraftan kontrgerillalar, beni her gördüklerinde “Seni öldüreceğiz!” diyerek tehdit ettiler. Durum böyle olunca eltimin oğlu beni Van’a götürdü, orada HDP’ye gidip “Oğlum bir süredir kayıp, sınava gitti kayboldu” dedim. “İki gün sonra sana haber vereceğiz” dediler. Bir gün eşim telefon açtı “Neredesin?” dedi. “Hastanedeyim, biraz rahatsızlandım” dedim. “Buraya gel işimiz var, Erzurum’a gideceğiz” dedi. “Hayırdır?” dedim. “Bana telefon açıp, Erzurum’a gelmemi, Ciwan’ın Erzurum’da olduğunu söylediler” dedi. HDP’den arayıp “Gever’de soruşturduk, Erzurum’da hastanede olduğunu tespit ettik” demişler.

Ey zalim sen başını yastığa nasıl koyuyorsun? Nasıl rahat uyuyabiliyorsun? Ben rahat uyuyamıyorum…

Oğlumu teşhis etmek için Erzurum’a gittim, onu görünce hemen tanıdım. Oradaki diğer gençlere de bakma fırsatım oldu. Hepsi Geverli’ydi, hepsini tanıyordum, hepsi Ciwan’ın arkadaşlarıydı, onsuz su içmezlerdi. Dönünce, onların da ailelerine telefon açtım, “Gidip, cenazelerinizi alın” dedim. Diğer aileler gittiklerinde ise, devlet izin vermediği için bazı cenazeler garipler(kimsesizler) mezarlığına gömüldü… Oğlumun yaralarını gördüğüm gün hiç ağlamadım. Kimyasalın yanı sıra sırtına 11 kurşun sıkmışlar, her tarafını delik deşik etmişlerdi. Elleri havada kalmıştı, belli ki teslim olmak için ellerini kaldırmıştı ama kabul etmeyip taramışlardı… Erzurum’a gidip cenazeyi getirdim. Oradaki savcıya dedim ki; “Ey allahsız savcı hâkim, senin evladın yok mu? Senin annen yok mu? Senin baban yok mu? Benim oğlumun içini, bağırsaklarını köpeklere neden verdiniz? Kimyasal belli olmasın diye mi?”. “Biz kimyasal atmadık” dediler. Savcı da “Ben yapmadım, Gever’den bu şekilde gelmiş” dedi. Çocuk telefon açıp, kendilerine kimyasal atıldığını söylemişti ki çocuk yanmıştı, derisi kabarmıştı, aslında yanık da değildi, derisi büzülmüştü, aşınmıştı. Ayak parmağını görünce “Oğlum sen o kurşunla gitmedin, kimyasal ile gittin. Sana birçok kurşun sıkmışlar, yaralı yatmışsın. Vay ben öleyim senin yaraların için!” dedim. Ağladım… Gardiyan mıydı polis miydi bilmiyorum, kolumdan tutup, kaldırmaya çalıştılar. Cenazenin üzerine attım kendimi. Eşim ifade verip, imza atana kadar beni kaldırıp balkona götürdüler. Umut gelip, koluma girip beni çıkardı. “Ana kendine gel, ağlama, yapma!” dedi. Bir ana daha geldi o ara, öyle bir feryat etti ki Allah muhafaza… Ben kendimi o anayı teselli ederken buldum. “Eve gidene kadar ağlama” dedim. Cenazemi aldıktan sonra, “Ey zalim sen beni yaktın, inşallah sen de yanarsın!” dedim. Oğlumla ne işi vardı? Oğlum okulunu okuyordu… Sırtından 11 kurşun ile vurmuşlardı, elleri birbirine kenetlenmişti. Yıkadım da düzelmedi, donup kalmıştı… Onu yıkayan hoca “Kırıp düzeltelim” dedi. “Hayır, ne olur yarasını daha da derinleştirmeyelim” dedim. Ciwan’ımın yaraları çoktu, böyle büzüşmüştü. Ne doktorlar ne hekimler ne savcılar ne kaymakamlar hiç kimse oğluma merhem olmadı. Tüm hayallerimizi öldürdüler… Devlet buraya da İŞİD’i gönderdi, bizi yerimizden ettirdi. Biz geçen yıldan beri televizyondan da görüyoruz, askerlerini gönderiyorlar. İŞİD’i Suriye’ye sokan da bunlardır, hepsinden bunlar sorumludur. Biz ağlamayalım mı? Bizim ciğerimiz yanmaz mı? Ey zalim, sen başını yastığa nasıl koyuyorsun? Nasıl rahat uyuyabiliyorsun? Ben rahat uyuyamıyorum… Vallahi, billahi ben gece bir saat bile uyuyamıyorum. Düşünmekten aklımı yitirdim, her gün insanlar bana telefon açıyor; “Ciwan rüyama geliyor, annem benimle uğraşmasın diyor” diyorlar. Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Günde on kez beni öpmeden günü geçirmezdi. Altı oğlum, bir kızım vardı. İki oğlum şehit oldu, bir oğlum daha vefat etti. Beni en çok etkileyen Ciwan oldu. Eğer ben yaralarını görmeseydim bu kadar incinmezdim. Geceleri gözümün önünden gitmiyor. Başımı yastığa koyduğumda, gözümün önüne morg geliyor. Haplarla ayakta duruyorum, onlara bağımlı hale geldim. Artık psikolojim bozulmuş, bu haplarla yaşıyorum. Vallahi bunca ilacı uçağa da almıyorlar, üç tane tansiyon ilacım var. Ciwan’ımdan sonra ben niye varım ki? Ben kalsam ne olacak, kalmasam ne olacak? Allaha bin şükür, benim çektiğim işkenceyi hiç kimse çekmedi.

Filistin için adalet çağırısı yapıyorlar da peki benim çocuğum için ne diyecekler? Bu sistem öldürdü çocukları!

Hepimizi Gever’den çıkardılar, malımızı barkımızı her şeyimizi yıktılar, dümdüz ettiler. Peki, hayvanları neden öldürdünüz? Küçük çocuklar yapmadı. Hiçbir PKK’li içinde yoktu. Devlet, barikatların ortaya çıkmasının baş sorumlusudur. Sorumlu kişiler, bütün gençlerimizi öldürdü. Oğlum okula gidiyordu. Bütün kanıtları elimde var: Diploması, arabası, dükkânı, vergisi… Peki, bu vergileri kim ödüyor? PKK devlete vergi öder mi? Benim içim nasıl yanıyorsa, bu olanlardan sorumlu kişilerin de canı öyle yanar umarım. Tek dileğim budur, ben yandım inşallah onlar da yanar. Biz de insanız. Biz anne değil miyiz? Biz çocuklarımızı tarlada, arazide, ağaç başlarında uyutarak büyüttük. Bin bir zahmetle büyüttük. Onlar çocuklarını askere yollamazken, neden bizim çocuklarımızı yolluyorlar? Sanki biz sahipsiz miyiz, çocuklarımızı yerde mi bulduk? Biz de anneyiz, bizim de içimiz yanıyor. Onlardan çok daha fazla şey görüyoruz. Yeter artık bu kan dursun! Rica ediyorum, Kürtlerden rica ediyorum oylarını satmasınlar. Korucular ne için ellerine silah alıp sisteme yardım ediyorlar. Bir ekmek içinse eğer açlıktan ölmek daha iyidir. Bu şekilde hayatlarını kazanmalarındansa zehir yemeleri daha onurlu olacaktır. Hangi amaçla o silahı ellerine alıyorlar? Bu sistem bizim düşmanımızdır. Eğer bizim düşmanımız olmasaydı 14 yaşındaki çocuklarımızı öldürmezdi. Filistin için dünyayı ayağa kaldırıyorlar. Peki, burada yapılanlar için neden bir tek söz söylemiyorlar? Askerlerini gönderip çocuğumun mezarını yıktırdılar. Bunun nedeni bizim kimsesizliğimizdir. Filistin için adalet çağırısı yapıyorlar da, peki benim çocuğum için ne diyecekler? Bu sistem öldürdü çocukları! Sanki PKK’li mi öldürdü? Gever’in gençlerini öldürdü…

Madem biz kardeşiz bize yapılan bu işkence neden?

Diğer oğlum da doğduğu topraklarda gezerken, askerler gidip yakaladı onu. Bizim oralarda insanlar yazın dağlarda gezer. Oğlum da bir gün gezerken gözaltına alınıyor. Pepsi ısıtıp çocuğun boğazından dökmüşler. 25 gün işkencede kaldı çocuğum, çıktığında nefesi kesilmişti. Bir ay sonra da PKK’ye katılım yaptı. Devletten habersiz mi bu yapılanlar? Bu devletin askeri, polisi böyle yapamaz. Çocuklarımıza yazıktır, diğerlerine de yazıktır. “Biz ve Kürtler kardeşiz” diyorlar. Biz neyin kardeşiyiz? Madem biz kardeşiz bize yapılan bu işkence neden? Rica ediyorum, bu kanı durdursunlar. Biz yeterince yandık, ellerini mezarlıklarımızdan çeksinler. Mezarlıklarımızdan da mı korkuyorlar? Gidip oğlumun mezarını tamamen yıkmışlar. Allah’tan korkmuyorlar mı? Kendi evlatları yok mu? Nasıl o çocukların mezarlarını yıktılar? Bu insanların kardeşleri yok mu, babası yok mu, oğlu yok mu, evladı yok mu? Mezarlıkları neden yıkıyorlar? Kemiklerden de mi korkuyorlar? Kimse gidip onların mezarlıklarını yıkıyor mu? Madem Kürdüz diye bize bunu yapıyorlar, ölülerimizin ne günahı var? Mezarlıklarımızı yıkmasınlar. Biz o çocukları sokakta büyütmedik. Benim çocuğum yemek yiyene kadar ben yemezdim. Saat üç olduğunda dükkâna yemek götürüyordum. Ciwan’ım yemek yiyene kadar ben yemek yemezdim. Şimdi ben ile babası, iki yaşlı evde kimsesiz kaldık. İnşallah bu zulmü yapanlar da evlerinde kimsesiz kalırlar. Şimdi ben ve yaşlı kocam evde kimsesiz kaldık. Varımız yoğumuz Ciwan’dı… Sonunda Gever’den çıkmak zorunda kaldım, orada olmadık şeyler başımıza getirdiler. Mesela, bir gün büyük bir hücum ile baskına geldiler. “Git, Suruç’taki oğlunu getir!” dediler. “Sizin eliniz uzundur, siz getirin, ben getiremiyorum” dedim. “Oğlunu PKK öldürmüş” dediler. “Hayır! Siz öldürdünüz. PKK öldürmedi. Siz PKK’li gibi gösterip öldürdünüz. Oğlum PKK’li değildi” dedim. “Seni bir kurşuna kurban ederim” dedi. “Vur, iki can verdim, bir can daha versem ne olur vermesem ne olur, iki oğlumdan sonra ben ne için yaşayacağım, ne yapacağım” dedim. “Seni tek bir kurşuna kurban edeceğim” dedi. “Et!” dedim. Eşim önüne atlamasaydı tetiği çekmişti. Eşim, “Şekeri var, tansiyonu var, sinirlendiğinde ne dediğini bilmiyor” dedi. O gece saat birde beni öldüreceklerdi. Her gün geliyorlardı, gırr gırr vurup “Açın kapıyı, açmazsanız kıracağız!” diyorlar. Elbisemizi giymeye vakit olmuyordu, gecelik ile kalkıp kapıyı açıyorduk. Yukarı geldiklerinde ancak eşim gidip elbiselerini giyiyordu. Korkularından pijamalarımızı giyemiyorduk. Ha bu gece gelecekler, ha yarın… Bu yaşamımız ne içindir? Madem orası Kürdistan’dır diyor…

Ben oğlumun ne düğününü ne de taziyesini evimde yapamadım. Ben artık bu evi ne yapayım?

Eşim, ben ve diğer oğlum Umut, Ciwan’ı teşhis ettikten sonra, cenazemizi Van’a getirdik. Ciwan’ı Van’da defnettik, çünkü devlet Gever’e götürmemize izin vermedi. Biz hazırlık yaptık, ambulansa bindirdik, Gever’e götüreceğimizi söyledik. “Sadece ambulans gidebilir. Ya anne ya da baba sadece biri gidebilir. Başka kimse gidemez. Gidip defin edip sonra geri döneceksiniz. Onu da Gever’e götürmeyeceksiniz, Gever’in bir köyüne götüreceksiniz” dediler. Biz de kabul etmedik. Oğlum Umut, “Anne gerekirse ben kendimi öldürtürüm de kardeşimi tek göndermem” dedi. Ben de çocuklarım için korktum ve Van’da defnetmek zorunda kaldık. Yaklaşık iki ay taziyesini kurduk orada. Birçok insan gelmişti; kızım, kayınpederi, kaynanası ve eşi de taziyemize gelip, on gün kadar kaldılar. Bu süreçte aylarca milletin evlerinde kaldık, rezil olduk. İmkânımız yoktu ki ev tutalım. Bu nedenle oğlumun taziyesini orada vermek zorunda kaldım. Taziyeyi kendi evimde kuramadım, bu benim için çok zordu. Kayınım evinin her iki katını bana açtı, misafirlerimizi ağırladı. Onun bize yaptığını kimse kimseye yapmaz ama bizim evimiz olsaydı daha iyi olurdu. Benim evim olsaydı içim daha rahat olacaktı. Ben bazen onun resminin önüne geçip diyorum ki: “Annen senin için ölsün, ben senin taziyeni kendi evinde yapamadım. Ben ne senin düğününü ne de senin taziyesini evimde yapamadım. Ben artık bu evi ne yapayım?”.

Oğlumun ağaçlarını, çiçeklerini susuz bırakmayın. Ben orda değilim, onun toprağı kuruyor, oğlum yabancıdır orda…

Ciwan’ın Gever değil de, Van’da defnedilmesi, içimde büyük bir yara olarak kaldı. Ben her Cuma akşamı, “Keşke eşim gelse de ben Ciwan’ın mezarına gitsem” diyorum. Onu çok özlüyorum, ama elimden her zaman gitmek gelmiyor. Koşullarım her gün Van’a gitmeye elvermiyor. Bunun ne kadar zor bir özlem olduğunu ifade edemem. Ben arkadaşlarıma telefon açıp “Sizin de şehitleriniz var, Allah aşkına siz benim de şehidime dikkat edin. Benim oğluma iyi bakın, benim oğlum sizin misafirinizdir. Allah aşkına misafirinize iyi bakın.” diyorum. Arkadaşım, “Ana sen ne diyorsun, o bizim misafirimiz değil canımızdır. O hepimizin evladıdır.” diyor. “Ben orda değilim o sizin misafirinizdir. Allah aşkına onu aç bırakmayın* ben gelene kadar. Yalnız bırakmayın, susuz bırakmayın. Onun ağaçlarını, çiçeklerini susuz bırakmayın. Ben orda değilim, onun toprağı kuruyor, oğlum yabancıdır orda.” diyorum. Şimdi akıbeti yine ölüm olsaydı ama yeter ki Gever’de olsaydı. Ben onun özlemini çekiyorum. Cuma akşamları arkadaşlarımı arayıp diyorum ki “Allah aşkına siz misafirinizi ziyaret ettiniz mi? Ona su verdiniz mi? Mezarın üzerini örttünüz mü? Toprağı akmasın ben gelene kadar. Mezarın üzerine çok kar yağmasın. Allah aşkına bir tane poşet çekin üzerine ben gelene kadar” diyorum. Gever’de olsaydı günde bir öğün yanına giderdim, toprağının önünde otururdum. Bizim büyük bir evimiz vardı. Çocuklarım, “Ana biz çok kişiyiz, evimiz büyük olsun.” demişti. 50 yıldır o evi yapmışız, ama ne değeri var artık? Eğer Ciwan içinde yoksa o evi ne yapayım? Çocuklarım içinde değilse neye yarar o ev? Ben onun düğününü evimde yapamadım ama keşke taziyesini evimde yapabilseydim. O kocaman evde, deli gibi sadece o odaya gidiyorum. Anneler yanıma gelip “Sen delireceksin. Bu evi kiraya ver git!” diyorlar. “Burada Ciwan’ımın kokusu var, Ciwan’ımın odası hâlâ serili, ben onun odasını süslemişim nasıl bırakıp gidebilirim? Siz bana deyin, sizin yüreğiniz bunu kabul edebilir mi ki benim yüreğim kabul etsin?” diyorum. Ciwan’ı Yenimahalle’ye defnetmek için izin vermediler. Yasak gece saat üçte kalktı. Ben saat üçte Van’dan çıktım. Ciwan’ımın yerini görmek için erken gittim, vardığımda henüz insanlar gelmemişti. Gever’in hepsini yıkmışlardı. Ciwan’a kimyasal attıkları yere gittim. Buzdolapları falan hep erimişti, büzüşmüştü, halıya bastığın zaman halı ayağına yapışıyordu, ayağını çektiğin zaman da yırtılıyordu. Bilemiyorum, nasıl bir şey kullanmışlardı. Benim evimin içine değil, komşularımın evine atmışlardı. Çocuklar, bize yakın, 6 katlı bir binaya sığınmışlardı. Devlet de o binaya kimyasal atmıştı.

* İnanışa göre ölen kişinin mezarına gidilip Kuran okunup yiyecek dağıtılmazsa ölünün ruhu açlık hisseder ve beklenti içinde kalır.

Ciwan’ın kokusu kazağından elbiselerime karışıyor. Her zaman orada kalsın istiyorum, elime alıyorum, kokluyorum, kokluyorum…

Ben, eşime dedim ki “Gelme!”; o dedi “Geleceğim.”. Ben “Sen gelme ben gidinceye kadar.” dedim. Tek başıma gittim. Kimsenin gelmesine izin vermedim. Kardeşim de sonradan geldi. Gever’e ilk giren insanlar biz annelerdik. Biz Gever’e vardığımızda, saat sabahın yedisiydi. Gever’e büyük bir kinle döndüm. Polisler önümüzü kesti, ben onlara kimliğimi vermedim. Ne kadar ısrar etse de ben dedim ki “Kimlik getirmemişim.” Kinim o kadar yoğundu ki… Evlerin yakınına gittim, beynimden vurulmuşa döndüm. O an, evler için değil, bir tek oğlum için yandım. Ben, “Gidip oğlumun yerini göreceğim.” dedim. O zaman kardeşim dedi ki “Gitme talihsiz kadın.”. Ben “Kardeşim Allah aşkına, bırak beni gideyim Ciwan’ın yerine” dedim. O da “Gel kardeşim kendini daha fazla harap etme!” dedi. Ben kabul etmedim, gittim soluğu onun odasında aldım. Nasıl uykusundan uyanmıştı, yorganını nasıl üzerinden atmıştı, elbiseleri öylece duruyordu. Kızımın kaynanası da saat sekizde yanıma geldi. Onun elbiselerini onun yatağını torbalara koydum, beraberimde götürdüm. Şal û şepikleri* dolaptaydı, onları da poşete koydum, götürdüm. Onun yıkanmamış bir tane kazağını aldım. O kazağı, kiras fîstanlarımın** içinde duruyor hala. Kokusu benim kiras fîstanlarıma geçiyor. Dolabı açtığımda koku ciğerlerime kadar işliyor. İstanbul’a geldiğim için şimdi Türk elbiseleri*** giyiyorum, bunların içinde hiç rahat değilim. Ben bir kiras fîstan bir de barzankî elbiseleri giyiyorum, Türk kıyafetleri giymiyorum. Ciwan’ın kokusu kazağından elbiselerime karışıyor. Her zaman orada kalsın istiyorum, elime alıyorum, kokluyorum, kokluyorum… Bir burnuma götürüyorum, bir de göğsüme bastırıyorum. Bir defasında firketeyle göğsüme ilikledim. Eğer günde bir defa o kazağı koklamazsam içim rahat etmiyor. Ciwan’ın kokusu öyle çok geliyor, öyle çok geliyor ki… Ciwan’ımı sebepsiz yere öldürdüler. Ciwan’ımı… Sebepsiz yere neden öldürdüler? Ciwan’ım küçüktü, öğrenciydi, dükkânı vardı, vergilerini ödüyordu. Vergi evrakları, dükkânın evrakları elimizde var. Baksalar görecekler, kim PKK’ye vergi veriyor, kim hükümete vergi veriyor. Hükümet iyi biliyor çıkıp söylesin. Gençlerimizin hepsini öldürdüler. Diyorlar ki rahat uyuyacağız. Bir de hacca gidiyorlar, bu neyin haccıdır? Sizin haccınız burada kalıp gençleri öldürmek mi? Siz gençlerimizin tümünü öldürdünüz. Biz Müslümanız diyorsunuz. Siz neyin Müslümanısınız? Siz polislere yetkiyi vererek insanların kökünü mü kazıyacaksınız? Gençlerin kökünü mü kazıyacaksınız? Vicdanı olan gençleri katleder mi? Allahsız Kürtlerimiz kalkıp size oy veriyorlar. Oyunuzu vermeyin! Ne için oyunuzu veriyorsunuz? Neden Allahsızlık yapıyorsunuz? Ne için korucu oluyorsunuz? Neden kendinizi esir ediyorsunuz? Boğazınızdan sadece bir lokma ekmek geçsin ama ona esir olmayın.


*     Şal û Şepîk, şalvar ve cepkenden oluşan Kürtlerin geleneksel kıyafetlerinin Kürtçe adıdır. Genelde erkekler giyer.
**   Kiras fistan, Kürt kadınlarının geleneksel kıyafetlerinin Kürtçe adıdır.
*** Modern, gündelik kıyafetler için kullanılıyor.

“Gidemezsin, gidersen seni öldürürüz!” dediler.

Polisler şehir içinde çağrı yapıyorlardı, anons ediyorlardı: “Evinizden çıkın, çıkıp gidin kiranızı ödeyeceğiz!” diyorlardı. Bilmiyorum kira verdiler mi vermediler mi? Ben Ciwan’ım için kira almamışım. Bir ara biz yeni dönmüştük, Gever’de her şeyi yıkmış, hiçbir şey bırakmamışlardı… Her şeyi götürmüşlerdi… Eşim gitmiş yardım almış. Sanırım o hükümetin yardımıydı. Makarna, küçük bir yağ, biraz pirinç, mercimek vardı içerisinde. Muhtarlar dolaşıyordu, muhtara kimliğini vermiş, ismini kaydettirmişti. Eşim geldiğinde “Bu nedir? Sen ne için aldın, bu bizim değil!” dedim. “Herkese veriyorlardı, herkes aldı, bende aldım.” dedi. “Sen keşke almasaydın” dedim. Bunun dışında, üç kez daha yardım geldi. Fasulye, pirinç… Ama bu sivil insanların yardımıydı. Evimi yakmışlardı, yıkmışlardı, talan etmişlerdi, bu yüzden akrabamın evinde kalıyordum. Ne ev kalmıştı ne eşya, sadece Ciwan’ımın odasına hiçbir şey yapmamışlar… Her şeyi ateşe vermişler. Duvarda asılı olan büyük oğlumun resmini de indirmişler, o da yanmıştı. Biri mutfağa gidip su kovasını getirip üzerine su dökmüş, su kovası ateşin yanındaydı. Evin durumuna hayret ettim. Keşke Ciwan bugün hayatta olsaydı da evin tamamı yanmış olsaydı. Bir kulübede bile yaşayabilirdim şimdi. Devletin tazminat diye verdiği parayı Dize’de hiç kimse almadı, bir kuruşa bile elini sürmedi. İnsanlar başvurdu ama devlet vermedi. Ben de başvuranlardan biriydim, biz de tek kuruş almadık. Dilekçemize hiçbir cevap vermediler. Yeşildere’de karşımızda bir yol var, hepsi aldı. Hepsi evlerinin zararlarını aldılar. Ama biz almadık. Dilekçemizi götürüp verdik. Dilekçeyi biz yazdık, isimleri de yazdık. Kaymakamlıkta bir kadın oturmuştu, o da Türk’tü. Her şeyi açıkladım “Durumum budur, oğlumu öldürmüşler” dedim. Dükkânı olduğunu söyledim, resmini, CD’sini götürüp verdim. Kadın ağladı. “Ana orada mı kalmıştı?” dedi. “Yok, sınava gitti” dedim. Çıkacaktı, bırakmadılar, altıncı günüydü artık; Gever’den hiç kimsenin çıkmasına izin vermediler. Bütün gençler geldi, Colemêrg’de genç kalmadı, sınava gitmişlerdi. Ciwan Colemêrg’den dönünce, dükkânına, evine bakmaya geldi. Gever’in içine girmesine izin vermemeliydiler ama bırakmışlar bir şekilde. Oğlum dükkânına bakmaya gidecek, sonrasında da ya Şemzînan’a yanıma gelecekti ya da Van’a amcasının yanına gidecekti ama çıkmasına izin vermediler. “Ana çıkacağız, ana burada kalmayacağız” diyorlardı. Telefonu yanında olduğu için, görüşebiliyorduk. “Ana çıkmamıza izin vermiyorlar” dedi. Saat 7 olduktan sonra çıkmalarına izin vermediler. “Allah rızası için kendine dikkat et!” dedim. “Ana kurban çık!” diyordum. O, “Ana çıkmamıza izin vermiyorlar” diyordu. On bir günü tamamlandığında, ona telefon açtım, öğle ezanı yeni okunmuştu. “Ana, kimyasal attılar. Acı bir koku alıyoruz ama ne olduğunu bilmiyoruz. Yerimizden kalkamıyoruz!” dedi. Telefon da kesildi, artık telefonla da ulaşamadık. Ben ne kadar aradıysam artık açılmadı. O halde kaldım. Gever’deki polislere telefon açtım, durumu onlara anlattım. “Biz hiçbir şey bilmiyoruz, terör dölüdür” dediler. Gever Şemzînan yoluna geldim. O yöne geldim askerler, “Seni öldüreceğiz!” dediler. Bu tarafa geldim polisler, “Seni öldüreceğiz!” dediler. Öbür kola gittim kontrgerilla “Sen dönmezsen seni öldüreceğiz!” dediler. Kontrgerillaların hepsi maskeliydi, yalnız gözlerini gördüm. Uzundular, her biri dev kadardı. Ben durumu anlatmaya çalıştım. Onlar “Gidersen seni öldüreceğiz!” dediler. “Bir dağın başına gidip, buradan bir köye inersem nasıl olsa köylerden gidebilirim. Bir gece bir köyde kalırım. Gündüz giderim bana hiçbir şey olmaz,” dedim. Yine bırakmadılar. Oraya da gelip yolumu kestiler. Dürbün ile beni görüp peşimden geldiler. “Oğlum orada kalmış, oğlumu öldürdüler. Telefonu açmıyor. Soluğu çıkmıyor. Kimyasal attıklarını söyledi” dedim. “Ne kimyasalı atmışlar?” dedi. “Evet! Vallahi kimyasal atmışlar, oğlum kimyasal attıklarını söyledi” dedim. “Madem terörist değildi ne için oradan çıkmadı?” dedi. “Bırakmadılar, sınava gidip döndü, polisler çıkmasına izin vermedi. Dükkânını kapatmaya gitti zarar gelmesin diye. O dükkân ile bize bakıyordu” dedim. “Gidemezsin, gidersen seni öldürürüz!” dediler.

Kalanlar…

Diğer oğlum Deniz’e sırf bizim politik kimliğimiz yüzünden dokuz yıl ceza verdiler. Tüm bu olanlardan sonra biz daha da hırslandık. Sadece bir ruhum kalmış. Ciwan ve Kobanê’de şehit düşen oğlum Mehmet’ten sonra ben ne için varım ki. Vallahi ben yaşadığım sürece onun davası eksilmeyecek. Azad da söylüyor Umut da; “Biz de senin oğlun değil miyiz?” diyorlar. Ben de “Tamam oğlumsunuz, Allah sizi korusun ama ben onunla ölmüşüm!” diyorum. Onlar böyle diyor ama içimin yandığını biliyorlar, benim yüreğim hepsi için yaralıdır.

Geçen yıl kışın ortasında, Van çok soğuk olmasına rağmen kardeşinin doğum günü için bir sürü mum, eşya alıp onun kabrine gitti. Bir pasta alıp, onun mezarına götürmüştü. O mumları yaktıkça, rüzgâr söndürmüş. Mumların üzerini poşet ile örtmüş, yine de olmamış. Oğlum dedi ki “Anne bir rüzgâr esiyor, bir rüzgâr esiyor…” O kadar çok ağlamıştı ki mezarın üzerinde. “Anne ben mumları yaktım. Arkadaşlarım mumları yaktı.” dedi. O kadar içi yanmıştı ki telefon açıp ona “Oğlum sen kendini harap ettin. Annesi kurban!” dedim. “Anne ben Ciwan’ın doğum gününü kutlayamadım. Ben biletimi kesip geldim ki Ciwan’ın doğum gününü kutlayayım. Ama Ciwan’ın doğun gününü kutlayamadım. Ben yapamadım, şimdi geri dönüyorum.” dedi. Ben de “Oğlum gel ne yapabilirsin ki kendini öldüreceksin. Bir şey yapamayız, o artık gitti, o artık gitti.” dedim. Şimdi yine Ciwan’ın doğun günüdür, gideceğim diyor. Ben, “Vallahi gidemezsin, otur oturduğun yerde. Gidip de ne yapacaksın. Bana söyle ne yapacaksın.” Diyorum. Dedi ki, “Benim içim gidince rahat eder, içimin rahat etmesi için gideceğim.”

Sadece ben değil diğer kadınlar, onlar da sefil oldu… Hepsi köylere sığındı. Mesela, bir kadının oğlunu ve kocasını öldürdüler. Onlar da mı PKK’liydi? PKK’li değillerdi… Ciwan’ımın öldürüldüğü yerde öldürülmüşler onlar da. Babanın cenazesini verdiler, oğlununkini kaybettiler. Çocuğun cenazesini köpeklere mi verdiler, kedilere mi verdiler kimse bilmiyor. Kadın kocasının üzerine bir ağıt yakmış… Dinleyen hisseder ancak… O kadını da şimdi tutuklamışlar… Şimdi onun çocuklarına bakan kaynanası, yaşlıdır, bastonla yürüyor. Kira yardımı alıyordu onu da kesmişler gerekçe olarak da “PKK’lilere yardım etmişsiniz.” demişler. Mahalleliler kendi aralarında onun için yar dım topluyorlardı. Şimdi gelini, torunu ve bir oğlu tutuklu. O baba, oğlu ve benim garip oğlum, hepsi şehit düştü. PKK bu insanları neden öldürsün. PKK öldürülmüş… O kadının çocukları kimsesiz kaldı, büyük abileri, babaları öldürüldü, çocukların hepsi küçücüktü. Hayat artık onun için azaba dönüşmüş. Gidip, el âlemin temizliğini yapıyor, zengin olanların evini temizliyor. O şekilde çocuklarına ekmek getiriyor. Gever’e olanlardan sonra, artık kimseye yardım yapmıyorlar. Hiçbir şey kalmamış. Gever’de de hiçbir şey kalmamış. Zengin olan zaten zengindir. Fakir olan da kendi haline düşmüş. Zengin olanların hepsi Van’da kaldı, hiçbiri gelmedi. Benim için yaşam ne ifade edebilir ki artık…

Benim isteğim bize özgürlüğün, Kürtlere haklarının verilmesidir. Özgürlük, haklarımızın verilmesiyle beraber gelecek. Nereye kadar köle kalacağız? Nereye kadar köle olacağız?

Oğlumun ölümünden sorumlu gördüğüm için devlete karşı dava açtım. Oğlumun sivil olduğunu ve orada öldürüldüğünü mahkemeye taşıdım. Yine bir gün mahkemeye gittim. Savcı bana “Okul okumadığın halde bu Türkçe nereden geliyor?” dedi. “Babam Türk’tür,” dedim. “Nerenin Türküydü?” dedi. “Erzurum Türküydü.” dedim. “Yanıma otur bir çay iç” dedi. “İçmiyorum” dedim. Dedim “Biz yaşlı bir karı kocayız. Baskın yapıp, ‘dilekçeni geri çekene kadar sana bela olacağız!’ diyorlar. “Git dilekçe yaz, söyle evime gelmesinler” dedi. Polis her gece evime baskın yapıyordu. Ben de gidip dilekçe yazıp savcıya verdim. Dilekçede “Siz onları gönderiyorsunuz. Her gece saat birde, bir de değil beş panzer geliyorlar, iki can için. Biz iki canız evde” yazdım. Cevap olarak “Biz göndermiyoruz Colemêrg’den gönderiyorlar” dediler. Kalkıp dilekçemi Colemêrg’deki savcıya gönderdim. Dedim; “Halimiz böyledir. Yeter artık polislerinizi evimize göndermeyin. Artık korkudan evimizde uyuyamıyoruz.”. Kurban bayramında yine evimize baskın yaptılar. Bir kâğıt yazıp kapıya astım. Polislere “Sizin yüzünüzden evi bırakıp gittim. Gelin! Artık kapıyı mı kırarsınız, pencereyi mi kırarsınız keyfiniz bilir.” dedim. Kapıya her kim gittiyse, o not yüzünden ağlayıp, geri döndüğünü söyledi. Ben de “Artık yapamıyordum, korktum, yapamadım…” dedim. Bayram sabahı, şafakta kalkıp kapımıza astık. Oğlum gelip bizi aldı İstanbul’a getirdi. 2017 bahara kadar, onların korkusundan mecbur İstanbul’da kaldık. Nisan da evime döndüm, bu yıl evimde oturdum. Bir kere yine geldiler; “Oğlundan haberin var mı, telefonla konuşuyor musun?” dediler. “Vallahi konuşmuyorum. Oğullarım şehit oldular. Biri Kobanê’de şehit oldu. Eliniz uzundur. Gidin getirin!” dedim. “Gidip öldüğünü bildir” dediler. “Gidip cenazesini almayana kadar, ölümünü bildirmeyeceğim” dedim. Adamlar yine insaflıydı, ses çıkarmadılar. “Biz de emir aldık, bize dediler gidin, her gün oğluyla konuşuyor,” dediler. “Valla haberimiz yoktu şehit düştüğünden, Allah’ın rahmetine kavuşmuş. Bunlar ne için durmuyorlar? Hoşça kal!” dediler. “Yukarı gelin arama yapın” dedim. “Gelmeyeceğiz!” dediler. Balkona bile çıkmadılar. Çekip gittiler, artık daha gelmediler.

Biz yandık, umarım başka hiçbir ananın yüreği yanmaz. Asker anaları ağlamasın. Artık kardeş kardeşi öldürmesin. Kardeşi kardeşe kırdırmasınlar. Artık yeter! Bu kardeş katlini durdursunlar. Zalimler bizi bitireceklerini söylüyorlar. Bitiremezler, birini bitirseler, yerine altı kişi gelir. Artık bu davadan elinizi çekin. Biraz vicdanlı davranın Kürtlerin hakkını verin. Kürtler sizin toprağında yaşamıyor, Kürtler sizin maaşınızı da almıyor, Kürtler sandalyelerinizde oturmuyor. Koltuk sizin olsun, Kürtlerden elinizi çekin. Koruculardan da rica ediyorum, silahlardan ellerini çeksinler. Annelere de çağrı yapıyorum. Analar devletin davasını sürdüremez, devletin baskısı altına girmeyin. Tutuklanmaktan da, ölmekten de korkmuyorum. Sağ olduğum müddetçe Ciwan’ın davasını bırakmayacağım. Sağ olduğum sürece. Çünkü Ciwan’ın hiçbir suçu günahı yoktu. Benim isteğim bize özgürlüğün, Kürtlere haklarının verilmesidir.

 

 

// BÎRGEH

.................................

// Sosyal Medya Hesaplarımız

Cart (0 items)
^