Atmış beş yaşındayım. Şırnak’ta köyde doğdum. Annem bazen bir Haziran sabahında doğduğumu söylerdi ama hangi gün bilmiyorum. 19 yaşına gelinceye kadar doğduğum köyde yaşadım. Annemin beş kızı olmuş, dört tane de oğlu… Kızlardan bir tanesi vefat etmiş. Ne annem ne de babam hiçbir zaman kız-erkek çocuk ayrımı yapmıyorlardı. Kız kardeşim 2-3 yaşındayken ölmüş, Allah’ın emri işte! Kızamık hastalığına yakalandı, zamanı doldu… O zaman aşı yoktu, maalesef doktor yoktu, vardı da köyde yoktu.
Köyde o zamanlar okul vardı ama biz gidemiyorduk. O zamanlar şartlar pek iyi değildi. Öğretmenler gelip anne ve babalarımızla bizi okula göndermeleri için konuşurlardı. Yani bizim büyüklerimiz karar veriyordu. Babam okul okumuş, onun okuma yazması vardı. Ama bizim zamanımızda şartlar iyi değildi. O zamanlar öğretmenler köyü terk edip gitti, biz de öğretmensiz kaldık. Biz okuyamadık. Belli bir süre sonra büyüdükten sonra da öğretmenler geri döndüler köye. Çocuklara ders verdiler, dediler ki “Okumamış olan kadınlar, kızlar okula gelsinler cumartesi ve pazar günleri, onlara okuma öğreteceğiz!” ama ben köy işleri yapmak zorundaydım, gidemedim. Sadece on gün okula gidebildim ben, o da alfabeyi öğrendim sadece. Ben kardeşlerimin en büyükleriyim. Babamın erkek çocuğu yoktu o zaman, ben mecburdum, onunla beraber her yere gidiyordum.
Ben Türkçe anlamıyordum, öğretmen de Kürtçe anlamıyordu. Okula gittiğim zamanlar da birbirimizi anlamıyorduk. Öğretmenler zaten köyde kalıyorlardı, insanlar onlara iyi davranıyordu, her şeyi onlara veriyorlardı. 10 gün sonra okuldan ayrıldım ben. O öğretmen de gitti zaten, çocuklar ondan sonra öğretmensiz kaldı ve okuyamadı. Biz dört kız kardeş de okula gidemedik ama dört erkek kardeşim de gitti okula doksanlı yıllarda köyümüz yakılana kadar.
16 yaşında evlendim ben, daha çocuk sayılırdım. O zamanlar bütün kızlar o yaşlarda evlendiriliyordu. Kızlar biraz büyüyünce babaları diyordu şimdi bunun evlenmesi lazım ve onları evlendiriyorlardı. 16 yaşlarına geldiklerinde, “yazıktır artık bu kız büyümüş” diyorlardı, o zaman cahillik vardı. Ben annemin dayısının oğluyla evlendim. Babalarımız da uzaktan kuzen, biz akrabayız. Komşuyduk o zamanlar. Eşim benden bir yaş büyüktü. Aramızda aşk yoktu. Ben ilk duyduğumda çok karşı çıktım. Ben evlenmiyorum dedim. Babam yalnız kalır ben ona yardım edeyim diyordum. Evlilik nedir bilmiyordum. Evlenmeden önce eşimle hiç görüşüp konuşmadık. Çok küçükken, yani çocukken birbirimizle oynamıştık, o zaman da hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Beni istemeye geldiklerinde babam hiç sormadı bana, öylece sözlendirdiler. Ben de, annem de çok üzüldü. Annem, “Hayır, o giderse yalnız kalırım, diğer çocuklarım küçüktür!” diyordu, “İstemiyorum!” diyordu. Nişanlıyken, yani düğüne kadar, eşimle yolda karşılaştığımızda yolumuzu değiştiriyorduk, görüşüp karşılaşmamak için. Bir yıl nişanlı kaldık, sonra evlendik. Düğünümüz Ocak ayında oldu. O zamanlar gelinlik yoktu, kara çarşaf giyiyordu gelinler ben de çarşaf giydim. Kırmızı bir yazma ile de yüzümü örttüler. Düğünde halay da çektiler, bazen radyo eşliğinde bazen de erbaneyle. Erbaneyi köyden birisi çalıyordu. Çocuktum çok korkuyordum evlendiğimde.
Evlendikten sonra eşimin ailesiyle yaşamaya başladım. O zaman ayrı yaşamak yoktu. Aile kalabalıktı; kayınpederim, kaynanam, çocuklar vardı. Yani o zaman öyleydi, o zaman gelinlere hizmetçi gözüyle bakılırdı, o zaman köylerde hep böyleydi. Ben evlendikten sonra aynı evde 4 yıl kaldık sonra o köyden çıktık ama yine beraber yaşadık. Toplamda aynı evde 18 yıl beraber yaşadık eşimin ailesiyle.
Bizimde o yıllarda köyümüz yakıldı. Biz hiçbir zaman koruculuğu kabul etmedik. Bütün köyü boşalttılar, köyün üstüne çığ düştü, evimizin üstüne çığ düştü. O zaman eşim askerdeydi, küçük bir kızım vardı altı aylıktı. Kaynanamın da benim gibi küçük çocuğu vardı. Biz ikimiz de bebek emziriyorduk. Ben diğerleriyle uyumuyordum, kaynanamın yanında uyuyordum. Aynı odada uyurduk hepimiz, kışları çok soğuktu. Biz çocuklar üşümesin diyorduk, ben de o yüzden kaynanamın yanında yatıyordum. Geceydi, çığdan haberimiz yoktu, bilmiyorduk ne olduğunu. Kayınpederim beni çağırdı, kalktım gaz lambasını yaktım, o zaman elektrik yoktu, gazyağıyla lamba yakıyorduk. Dışarı çıkacaktım abdest almak için dışarı baktığımda kar kapıyı kapatmıştı yani evimiz kar altında kalmıştı. Daha çığ düşmemişti ama kar her tarafı kaplamıştı. “Kar kapıyı kapatmış, dışarı çıkamayız” dedim. Kayınpederim dedi ki “Dur etraf biraz aydınlansın çıkıp dışarıdaki karı temizleyeceğiz, o zaman kapıyı açabiliriz.” Ev kar altındaydı. Ev yıkıldı yıkılacaktı az kalmıştı. Sonra bir anda kayınpederim anladı, dedi ki vallahi çığ geliyor. Çığ gelmiş dediğinde artık ben kendimi kaybettim. Koştum pencereye o anda kaynanam kızım nerde diye sordu. Kızım kar altında kalmıştı. Onu bulup çıkardık. O gün hayvanlarımız kar altında kalmıştı hepsi karın altında kaldı, boğuldu. Kayınpederim dedi ki iyi ki oğlum evde değildi. Yoksa o da uyuyor olacaktı kar altında kalacaktı dedi. Eşim askerdeydi o zaman. Sonra insanlar toplandı etrafımıza bize yardım ettiler. Kimileri bize hayvanlarından verdi, dediler ki karın altından kurtulmuşsunuz ama eviniz gitmiş, bu da bizim yardımımız olsun. Oradaki evimiz yıkılınca buraya geldik, şimdiki evi tuttuk.
Askerler köyleri bastığında insanların bir kısmı gitmişti, bir kısmı kalmıştı ancak insanlar korucu olmuyorlardı. Gabar Dağı tarafındaki köyleri topa tuttular, biz bir odada kalıyorduk. Bize evlerinizden çıkın diyorlardı, insanlar çıkmak istemiyordu. O yüzden Gabar Dağı üzerinden topa tuttular evlerimizi. Bazen öyle oluyordu ki sabaha kadar yüzüstü yatıyorduk. Haziran ayıydı. 94 yılının Haziran ayıydı köyümüzü yaktılar. Korucular, askerler beraber insanların evlerini yaktılar. Biz oradayken köyleri yaktılar… Evden sadece kendi canımızı kurtarabildik. Komşumuzun iki tane çocuğu içerde kalmıştı. Geldi, büyükanneme, “Çocuklarımı kurtar!” dedi, “Çocuklarım evde ev yanıyor!” dedi. Büyükannem onun çocuklarını kurtardı evden. Böyle şeyler yaptılar bize işte, bu devletin bize yapmadığı kalmadı! Sonra biz buraya geldik tekrar aynı kötülükleri bize yapmaya devam ettiler.
O zamanlar çok korkuyorduk. İnsanlarımız çaresizdi sadece ağlıyorduk her şeyimiz içerde yanıyordu, hayvanlarımız yanıyordu. Biz hiçbir şey yapamıyorduk. Köyden kaçanların hepsi başka bir yere gitmek zorunda kaldı. Bazıları büyük şehirlere gitti. Türklerin olduğu yerlere taşındılar. Biz de bir ev aldık ama çok zorluk gördük. Biz köyümüze geri döndüğümüzde de askeriye geri geldi. Köyde hiç erkek kalmamıştı. Sadece kayınpederim vardı, hiç kimse kalmamıştı. 90’lı yıllarda her zaman askerler, polis, özel harekât sürekli evimizi basıyordu. Kim varsa alıp götürüyordu. Bize hep gerillalar evinize geldi mi diye soruyorlardı. “Geldiklerinde yanlarında kim vardı, şehirden onlarla gelen oluyor mu?” gibi sorular soruyorlardı. Bizi niye korucu olmuyorsunuz diye suçluyorlardı.
Eşim o zamanlar gurbetteydi. İnşaatlarda çalışıyordu. Birçok şehirde çalıştı. Tekirdağ’a kadar gidiyordu, orada birkaç yıl kaldı. Yılda bir defa bizi ziyarete geliyordu. Geldiğinde de kısa kalıp tekrar gidiyordu. Ziyarete geldiğinde de bize Tekirdağ’dan hiç bahsetmiyordu. Hatta kayınpederim ona eşini de götür dedi. Biz burayı bırakıp gitmiyoruz, dedik. Onlara sırtımızı dönüp gitmedik. Burada ölürsek de beraber ölelim, dedim.
90’lı yıllar: JİTEM Kapıda…
Bir gün yine geldiler, inip kapıyı açtım, karşımda Kürtçe konuşuyorlardı. Komşularımızın evini sarmışlardı, bütün evlerin etrafını tutmuşlardı bizimkinin de. Kürtçe konuşanlar Jitemciler, Kürtçe konuşuyorlardı. Bize dediler ki ne zaman nerden geldiniz buraya. Biz de onlara dedik ki biz Ağır köyünden (Derşa) gelmişiz. Bana dedi ki beni tanımıyor musun? Ben Hogir’ im o gün size geldim, siz o kadar bana hizmet ettiniz yemek yedirdiniz. Ben de ona dedim ki, sen ne zaman bizim eve geldin? Ben ne zaman sana yemek verdim? Bizi kandırmaya, oyuna getirmeye çalışıyorlardı. Benle konuşanın kıyafetleri yeşildi, zayıf ve uzun boyluydu. Pantolonu asker pantolonuydu ama üstü sivildi. Bana dedi ki “Daha öncesinde sizin eve geldim.” Ben dedim ki “Eğer gelmişsen, bizden birinin ismini bilmen lazım, o zaman bizden birinin ismini söyle?” dedim. Kayınpederimin ayakkabılarına baktı dedi ki sen bu ayakkabılarla işe mi gidiyorsun savaşa mı? Biz ona dedik ki hayır biz hiçbir zaman olay çıkarmadık. Bizi tekmelemeye başladı. Bütün odaları tek tek gezip aramaya başladı, hiçbir şey bulamadı. Biz köyden daha yeni gelmiştik. Eşyalarımızı getirmemiştik. Evde hiç erkek yoktu ama ben hiçbir zaman korkmadım kendimi korkutmadım. Sadece Allah’ tan korkarım.
Bizimle konuşan Jitemci bizim taraflardan değildi. Serhat bölgesinden geldiği belliydi, Serhatlılar gibi konuşuyordu. Sonra dedi ki inşallah gerçekten bir şey bilmiyorsunuz. Dışarı çıktı. Bizim komşulardan birini getirdi, ona işkence etmişlerdi, bizim gözümüzün önünde hâlâ işkence ediyorlardı. Üzerinde sigara söndürüyorlardı, üstüne naylon akıtıyorlardı (Naylon eritilip insan bedeninin üzerine akıtıldığında/ döküldüğünde / damlatıldığında sigara yanığından daha derin yanıklara neden olur). Her şeyi gözümüzle görüyorduk ama hiçbir şey yapamıyorduk. Ben ve kaynanam yalnızdık. O adamı aldılar iki ay boyunca işkence ettiler. Sonra o komşumuz da gitti başka şehirlere. 2-3 yıl öyle geçti…
O zaman insanlar bodrumları kendilerini korumak için inşa ediyorlardı…
Eşim 3-4 yıl boyunca dışarıda çalıştı. Sonra buraya geldi. Buraya geldikten sonra da iş yoktu, bazen inşaatlarda çalışıyordu bazen de şoförlük yapıyordu. Sonra bir araba aldılar, gidip gelmeye başladı. 3- 4 ortakla beraber almış o arabayı. Ondan sonra o arabayla Irak’a gitmeye başladı. O zamanlar Hizbullah da vardı. İnsanları tehdit ediyor ya da öldürüyorlardı. Tanıdıklarımdan da ölen oldu o dönemde. Devlet kuzenimi öldürdü. Ona dediler ki “Sen dışarıdakilere yardım ediyorsun.”. Ona işkence etmişlerdi. Askeri tankla ezmişlerdi. Biz iyi biliyoruz devletin yaptığını! Faili meçhul cinayetlerden biri o da. O zamanlar faili meçhul çok cinayet vardı. Diğer kuzenimiz de aynı şekilde öldürüldü. Hastanede müdürdü kuzenim. Bir gün kalktı dedi ki kardeşimi öldürdüler, beni de öldürecekler devlet bana da işkence yapacak dedi. Oğlu ile berberdeyken kapıda onu da vurup öldürdüler. 95 yılında yaşandı bunlar!
O zamanlar kimin kim olduğu belli değildi. Her gün birini öldürüyorlardı, top atıyorlardı. İlk geldiğimiz yıl evimizde uyuyamadık. Artık ne bir yere gidebiliyorduk ne de uyuyabiliyorduk bazen top attıklarında biz komşumuzun bodrumuna gidip orada kalıyorduk. Sabaha kadar orada bekliyorduk. O zaman insanlar bodrumları kendilerini korumak için inşa ediyorlardı. Top attıklarında bodrumları sığınak olarak kullanıyorduk. Bodrumlar soğuk olduğu için fazla eşyalarımızı da oraya koyuyorduk. 90’lı yıllarda pek çok insan kendini toplardan korumak için bodrumlar yaptı. Yani o zamanlar top attıklarında insanları, kadınları, çocukları öldürüyordu. Bir kadını vurdular. Karnındaki bebeği ile beraber parça parça olup ortalığa savruldu. 94 yılında top mermileri attıklarında insanlar parça parça oldu. Bir evde beş kişi öldürdüler. Polisin biri kendi ağzıyla söylemiş, kaynanasına söylemiş. Karnında çocuk olan bir kadını vurduklarında karnındaki bebeği dışarı çıktı diye… Köylülerimiz de anlatıyordu nerede bir aydınlık varsa oraya top mermisi atıyorlarmış, çoluk çocuk herkes ölüyormuş. Bu insanlık işi mi, bu insanlık değil!
Dört erkek, üç tane kızım vardı. Köyde çığ düştüğünde daha bebek olan kızım 95’den sonra şehit oldu. Onu büyük bir zorlukla büyütmüştüm. O kadar zor yıllardı ki babaları bile eve gelemiyordu. Biz onları büyük bir zorlukla büyüttük… O zamanlar kadınlar çalışmıyordu, biz evde kalıyorduk. Çocuklarımı okutmaya çalışıyordum. Hepsini okula gönderdik bütün zorluklara rağmen, okusunlar dedik, biz okumadık onlar okusun dedik. Bir iş bulsunlar kendilerine dedik.
İki büyük kızım var onlarla genellikle arkadaş gibiyiz. Hayatımızda baskı vardı hep. Kaynanam çok iyiydi, iyi geçiniyorduk ama onun da çocukları vardı, çocukları küçüktü. O da çocuklarına bakıyordu yani benim çocuklarıma bakamıyordu ancak kendi işini yapabiliyordu. Rahmetli kayınpederim biraz sertti sadece bana karşı değil, herkese öyleydi. Kötü şeyler söylüyordu, sadece bana değil herkese. Eşim de öyleydi zaten daha küçüktü, o da çocuk sayılırdı.
İlk oğlum, PKK’ye katılım yaptığında 15 kişi ile beraber gitmişlerdi. Çok çalışkan bir çocuktu. Lise ikiye girdikten sonra herhalde ergenlikten dolayı dersleri gittikçe kötüleşti ama yine de akıllı bir çocuktu. “Avukat olacağım, halkımı savunacağım!” diyordu. Okula gidiyorlardı. Okulda bir şey yapmayın diyorduk. Okulda herhalde Newroz ateşi yakmışlardı, gidip öğretmene söylemişler, öğretmen kızmış, bir daha böyle bir şey yaparlarsa onları okuldan atacağız demiş. Biz de ona bir daha okula gitme, dedik; keşke demeseydik o da bizim cahilliğimiz. O yıllarda okula giden çocuklar Türkçe bilmiyordu, Kürtçe konuşuyorlardı. Öğretmenler de onlara Kürtçe konuşmayın diyorlardı. Kürtçe bilen öğretmenler geldiğinde seviniyorduk. Çocuklarımız Kürtçeyi unutmayacak diyorduk ancak o yıllarda çok baskı vardı.
Oğlum bir Newroz gününde katılım yaptı. Akşamdı, o geldi. Anneannesi de evdeydi, geldi oturdu bana bakıp, “Annem beni ne zaman evlendireceksin?” dedi. Ona bakıp güldüm; “Oğlum sen daha küçüksün,” dedim, “amcaların var, ikisi evlenmeden senin sıran gelmez” dedim. Çocuklar işte, internet üzerinden belki tanıştığı biri vardır diye düşündüm, bilmiyorum. Büyükannesini çok severdi. Büyükannesi ona dedi ki, “Oğlum, amcaların evlendikten sonra sıra sana gelecek.” O gece büyükannemde kalacağım, dedi. Pazar gecesiydi. “Oradan Newroz Parkı’na geleceğim, parka dayımın yanına gideceğim.” dedi. Sonra beni aradı, “Burada kalacağım” dedi, ben de “Olur” dedim. Sabah dayısının evinde düğün vardı, kalkıp oraya gittim dayısı bizi çağırmıştı. Akşama kadar dayısının yanında kalmış. Akşam biz eve döndük babası telefon açtı. Telefona ben baktım babası Hogir eve dönmüş mü dedi. Hayır, eve gelmemiş dedim. Bugün parka gitmemiş dedi. Dayısını çağırdık her yerde onu aradık. Dayısının orada çay ocağı vardı. Onun yanına gidiyordu, oradan da büyükannesine gidecekti bize bir şey söylemedi. Her yerde onu aradık. Bir arkadaşı bize, Diyarbakır’a Newroz’a gittiğini söyledi. Herkes oraya gittiğini söylüyordu, döneceklerini söylüyorlardı. Diyarbakır Newroz’u bittikten sonra da dönmedi. O gündü. O gün gitti…
Dört yıl boyunca ondan hiçbir haber almadım. Her şey geliyordu aklıma. Akşama kadar aklımdan çıkmıyordu. Sofra kurduğumda yemek yemiyordum, boğazımdan bir şey geçmiyordu. Daha küçüktü. Dört yıl sonra Feraşîn’den biri geldi. Festival zamanıydı, dedi ki “Onu orada gördüm.” İnanmadık, kalkıp oraya gittim. Burada dediler, orada dediler sonra yok burada değil, dediler. Bakmadığım yer kalmadı her yeri aradım artık psikolojim bozulmuştu. Onu hiçbir zaman görmedim. Ta ki Kobanê çatışmaları başlayıncaya kadar. Televizyonda hep Kobanê’den bahsediyorlardı. Televizyonda gördüm onu, konuşmuyordu, bir Doçka’nın üzerindeydi. Onu gördüğüm gibi tanıdım. Onu ilk gördüğümde ilk düşündüğüm “acaba biz Suriye’ye gidemez miyiz” idi.
Çok değişmişti. Başına bir puşi sarmıştı. İçim parçalanıyordu evlat acısı çok zordur, bilenler bilir. Başkasının elinden yemek yemezdi, ona iyi bakıyordum, elbiseleri sürekli temizdi, kendisi de öyleydi. Kılık kıyafeti kirli insanları hiç sevmezdi. Kötü birisini gördü mü, onunla asla arkadaşlık yapmazdı. Kötülüğü kabul etmezdi, haksızlığı da… Hogir, 2016 yılında Şırnak İdil’de hayatını kaybetti.
Çatışmaya girdiğini bilmiyorduk, zaten belli değildi.
Sokağa çıkma yasağı: Başımızı çıkardığımız gibi ateş açıyordu keskin nişancılar…
Zaten hendekler yapılmıştı ilk yasakta da vardı hendekler. Biliyor musun insanlar neden bu hendekleri kazıdı? Sürekli insanlara baskı yapıyorlardı, çocuklarını gözaltına alıyorlardı. Çocuklarını alıp götürüyorlardı, onlar da çocuklar polisler tarafından götürülmesin dediler. Artık çocuklarımızın ödü koptu. Yeter artık, gelip onları almasınlar. Evet, barış süreci diyorlardı ama her gün baskı yapıyorlardı. Bir de bizimkiler gençti, hepsi ergenlik çağındaydı. Bilirsin, bu yaşta her şeyi yapıyorsun. Onlar diyorlardı ki biz bunları yapacağız. Çok da başarılı oldular. Sonra o hendekleri tamamladılar. İkinci yasakta artık hendekler tamamlanmıştı. Devlet görüyordu hendek kazdıklarını, izin verdi, yani devletin bildiği bir şeydi. Sanki görmüyor muydu? Bu kadar insanı öldürdü. Keşke bu hendekler kazılmasaydı da bu kadar insan ölmeseydi.
Ben kendim de bazen söylüyorum devletin derdi savaş çıkarmaktı. Sonra da bütün Kürtleri ortadan kaldırmak, hepsini öldürmekti. Zaten mahallenin gençleri hendek kazmışlardı. Sürekli panzer geçiyordu, geçerken de hendek kazanlara selam bile veriyorlardı. İnsanlar söylüyordu. Ben görmedim ama insanlar gelip söylüyordu, panzerlerin çoğu geçince içindekiler bize selam veriyor diye.
Ben sokağa çıkma yasağı geldiğini anons yaptıklarında duydum. Anons yaptılar, dediler ki şu saatten şu saate kadar yasaktır, devlet sokağa çıkma yasağı koymuştur. Yasak başladığında bütün dükkânlar kapandı. Biz de kendimize erzak aldık, zaten evde hiçbir şey kalmamıştı. Dedik ki evde bari açlıktan ölmeyelim yasak kalkıncaya kadar. İki yasak arasında evde artık hiçbir şey kalmamıştı. İnsanlar artık aç kalmaya başlamıştı. Herkesin psikolojisi bozulmuştu. Herkes kaçmaya başladı. İnsanlar artık çocuklarını evde unutup kaçmaya başladı.
Ne su vardı, ne de elektrik! Bidonlara doldurduğumuz su vardı, onlar da bitti. Çocuklar çok korkuyordu. Üstümüze bombalar düşüyordu. Herkes korkuyordu, hepimiz korkuyorduk. Biz bodrumlara gitmedik hiç. 23. güne kadar da kendi evimizdeydik. Sonra mecburen biz de çıktık, hemen caddenin diğer tarafına gittik. Yine Cizre’nin içindeydik, Cizre tamamen yıkılıncaya kadar da aynı yerde kaldık. Biz çıkmadık. Nereye gidecektik ki kış vakti! Sonra boş bir ev bulduk, ona girdik. Ev sahibi şehit annesi olduğum için bizden kira almadı. Etrafta birkaç komşum vardı. Onlar da çocuklarını bir yerlere göndermiş, kendileri kalıyordu. Komşularım iyiydi ama birbirimizin evine gidemiyorduk. Ancak duvarları kırıp öyle geçebilirdiniz. Sokaklardan da asla geçemiyorduk. Başımızı çıkardığımız gibi ateş açıyordu keskin nişancılar.
Mesela bir yiyeceğimiz bittiğinde, bir avlu duvarı vardı aramızda, onu kırmıştık. Oradan geçip birbirimize yardım ediyorduk. Bazen birisi bir şey bittiğinde diğerinden alıyordu, birisinin tandırı varsa diğerleri gidip orada ekmek pişiriyordu. Fasulye, bulgur, pirinç, nohut gibi yemekler vardı. Kuru gıdalar vardı sadece, diğer şeyler yoktu. Ne aldıysak bitmişti. Dükkânlarda her şey bitmişti, sadece kuru yiyecekler vardı.
Yasak başlamadan önce öğretmenler gittiklerinde, çocuklarımızın kalpleri çok kırılmıştı. Çocuklar öğretmensiz kalmıştı, çok sıkılıyorlardı. Oyun oynayamıyorlar, dışarı çıkamıyorlardı. Hepsi evde kalıyordu. Cezaevine girmiş gibiydiler. Çok korkuyorlardı. Ne olsa evin içinde oluyordu. Artık hastane de yoktu. Hastaneye de el koymuşlardı.
Biz kadınlar da çok zorlanıyorduk. Mesela regl olduğumuzda evde bulduklarımızla idare etmeye çalışıyorduk. Evdeki kumaşları kesip kullanıyorduk. Kadınlar rahatsızlanıyordu, kanamaları oluyordu. Bazıları düşük yaptı o dönemde. Birçok kadın düşük yaptı korkudan.
Ben kendim de korku ve üzüntüden menopoza girmiş gibi oldum. Üç ayda sadece iki gün adet görüyorum. O zaman da çok az kanamam oluyor. Doktorlar diyor ki menopoza girmedin ancak stresten olmuş diyorlar. Karnım bazen çok şişiyor. Bazı insanlar diyor ki seni hiç sağlıklı görmedik. Ben de onlara diyorum ki ben yine hamileyim… Ailemizde hiç kalp rahatsızlığı yoktu mesela ama bu olaylardan sonra bende başladı. Kalbimden ameliyat oldum ve psikolojim çok bozuldu.
Nergis, Hogir’ dan önce yaşamını yitirdi. Bodrumda şehit oldu. Yasemin buradaydı, bizim yanımızdaydı. 16 yaşındaydı, liseye gidiyordu. 15-16 yaşlarındaydı. Evde kaldığı için çok sıkılıyordu birkaç gün evde kaldıktan sonra canı sıkılmaya başladı. Sokağa çıktığında ben sinirleniyordum, çıkma diyordum. O çıkıp arkadaşlarının yanına gidiyordu. Sonra bir gün beraber dışarıya çıktık. Dükkânların kapısı kapalıydı, her yer kapalıydı. Eve gidip bir şeyler almak istedik. Çünkü giyecek bir kıyafetimiz bile yoktu. İnsanlar çocuklarını bile evlerde bırakıp kaçmıştı. Bir gün o tarafa gittik, eski evimizin olduğu tarafa. Toplar üzerimize doğru patlamaya başladı. Evden tüpümüzü ve birkaç battaniyemizi almak için gitmiştik, sonra komşu kadın gidip evden bir şey almak istedi. Ona gitme dediğimde yine gitti. Komşu kadın bana, “Sen burada bekle!” dedi. Ben de bekledim, caddede durmaya korkuyordum, binanın kapısında durdum. Döndüğümde bana “Senin kızını gördüm, yolun diğer tarafına gidiyordu.” dedi. “Bir şey olmaz!” dedim. Herkes kendi eşyasını almaya gidiyor. İnsanlar gizliden gidip erzak alıyorlardı. Herkes açtı, çocukları açtı. Hiçbir şey kalmamıştı. Kıyafet bile kalmamıştı. Hava çok soğuktu. Kadın bana “Keşke kızın gitmeseydi, oradaki insanları gözaltına alıyorlar.” dedi. Korkmaya başladım. Artık dayanamıyordum. Evde biraz iş yaptım ama artık dayanamıyordum. Ne olursa olsun çıkacağım dedim. Caddeye kadar gittim, bütün duvarlar yıkılmıştı, kimseyi göremedim akşama kadar bekledim kızımı. Göremedim artık geri döndüm. O günden sonra onu hiç görmedim. Telefonunu da evde unutmuştu. Her yerde onun görüntüsünü görüyordum. Akşam saat dörtten sonra telefon çaldı. Nergis’ti, ona neden gelmediğini sordum, “Gelemiyorum” dedi, “Askerler var!” dedi. “Orada hiç korkma,” dedi, “mahalledeki bütün arkadaşlarımız burada.”. Bu kimin telefonu diye sordum “Ahmet’ in” dedi. “Ahmet’ e ver” dedim, “onunla konuşacağım!”. Onunla konuştum, “Kızımı eve getir!” dedim. Bana “Yapamam” dedi. “Başımızı bile çıkaramıyoruz, yolu kapatmışlar.” dedi. Panzerler bütün yolları kapatmıştı. Kimse başını çıkaramıyordu, pencereye bile çıkamıyorlarmış. Artık ne gecem geceydi, ne gündüzüm gündüz! Üzüntüden artık yemek bile yiyemiyordum.
Onunla vedalaşmama bile izin vermediler. Ölülerin ne zararı olabilir ki! Demek ki bu insanların ölülerinden de korkuyorlar!
İki çocuğum zaten gitmişti, üçü hâlâ yanımdaydı. Eşim de buradaydı. Çok üzülüyordum. Eşime diyordum ki “Bu kız askerlerin eline geçerse başına neler gelecek…”. Ben diyordum ki “İnşallah askerlerin eline sağ geçmez!”. 15 gün bodrumda kaldılar…
Önceleri ben onların bodrumda kaldıklarını bilmiyordum. Onların mahallede kaldıklarını sanıyordum. On beş günden sonra bodrumda ölen on kişinin adını söylediler. Nergis’le beraber üç kişinin de yaralı olduklarını söylediler. İnternette bunları gördüğümüzde, kalktık polisi aradık, yaralı olduğunu söyledik kızımın, onlara anons etmelerini söyledik. Belki çıkar dedik kızım. Eğer o çıkmazsa ben gider onu sırtlayıp çıkaracağım, dedim. Ama askerler çocuk, kadın, 70 yaşındaki insan, bir aylık bebek demiyorlardı… Çünkü biz artık onların gözünde hep aynıydık. İster bekçi olsun, ister korucu devlet için hiç fark etmiyor. Kızıma neler yaptıklarını biliyor musun? Sadece benim kızıma değil, bütün kızlara… O yüzden ben diyordum, “Onların eline sağ geçmesin!”.
Bazı kızları bu caddelerde çırılçıplak soydular. Caddelerde üzerlerine basıp fotoğraf çektiler! Bunu yapanlar, Türkiye devletinin askerleri değil miydi? Türk askerleri bunu yaptı. O öldürülenler de benim kızım gibiydi. Onlara bu işkenceleri yapanlar, o kızların ailelerini hiç düşünmediler mi? Onların da kızları anneleri eşleri yok mu? Onları da bir kadın dünyaya getirmemiş mi? Onlar Allah’tan mı gelmiş sanki! Annelerini hiç mi düşünmediler? Kızlarını hiç mi düşünmediler?
Bir gün dışarı çıktığımda iki genç ve bir orta yaşlı erkek ile benim üzerime kurşun yağdırdılar. Yukarıya doğru kaçtık. Biri bana “Gitme abla, seni de öldürecekler” dedi, kalktım yine sokaklardan geçtim. O benim ciğerimdir, dedim. Bu sefer bir top attılar. Bir kadın ve kocası o anda düştü felç gibi oldular gözümün önünde. Allah şahittir ki ben tekrar ayağa kalktım, caddede bu sefer kardeşimi gördüm. O da bana doğru geliyordu. Kızın nerede diye sordu. O da kızımın nerede olduğunu bilmiyordu, bana soruyordu kardeşim de hâlâ sakat. Kardeşim sırtından yaralandı. Caddenin ortasında panzerden Doçka ile onu sırtından vurdular. İki arkadaşıyla düştü, bir daha da kalkmadılar. Orada kadınlar da düştü, erkekler de, yaşlılar da… 3 kişi de orada şehit oldular.
Nergis benimle bir iki kere konuştu telefonda. Olduğu yer çok kalabalıktı. Ona nerede olduğunu sordum, bana “Merak etme,” dedi, “arkadaşlarımın yanındayım!” dedi, telefonu kapattı. Şehit olduğu internette yazıyordu ağır yaralı olduğunu söylüyorlardı. Biz polisleri çağırdık. İzin vermediler bizim gidip almamıza, diyorlardı ki kendisi çıksın. O nasıl çıkacaktı? Yasak kalktıktan sonra bodruma gittik. Hiçbir şey kalmamıştı, yanık parçaları yerdeydi. Hepsinin telefonları yanmıştı, minderler yanmıştı. Bazılarının parmaklarının parçaları yerdeydi. 4-5 parça toplamışlardı, bir duvarın üstüne koymuşlardı. Gazeteciler onların fotoğraflarını çekiyordu.
Biz Nergis’i 20 gün boyunca aradık. Nerede olduğunu bilmiyorduk. 20 gün bittikten sonra Cizre’deki morgdan bizi çağırdılar, gidip onu orada gördüm. Cizre’deydi sadece yüzünün bir kısmını gördüm zaten amcası da hastaydı, amcası onu gördüğünde bayıldı. Sol gözünden vurulmuştu, hemen üstünü örtün, dedim, babasına üstünü ört dedim. Allah’ tan tek istediğimiz onların eline sağa geçmemesiydi ölsün de ellerine sağ geçmesin diyorduk. Onu yukarıdaki şehitliğe götürdük. Bütün şehitleri oraya gömüyorlardı. Başımıza silah dayadılar onu gömünceye kadar. Cenazesini önceden yıkamışlardı zaten bizimkiler. Ben televizyonda konuştuğumda imam beni görmüş ve demiş ki annesi onu bu halde görmesin. Ben onları yıkadım demiş onu ve 12 arkadaşını. Onları getirdikten sonra akşam insanlar gelmeye başladı, artık izin vermediler. Babası, belediyedekiler, dört amcası, dört de yabancı kişi gitti. 6-7 kişi namazını kılmış. Dört bir taraftan insanların üzerine gaz attılar, üzerimize silah doğrulttular. Onunla vedalaşmama bile izin vermediler. Ölülerin ne zararı olabilir ki! Demek ki bu insanların ölülerinden de korkuyorlar. O yüzden gidip mezar taşlarını kırıyorlar yani bu milletin korkusu onların sürekli yüreğindedir. Ben böyle düşünüyorum bizim küçük çocuklarımızdan bile korkuyorlar. İşte inşallah bu korku hiçbir zaman yüreklerinden çıkmaz.
Ben yine de Allah’ a şükür ediyorum diğerlerinin halini görünce. Bazılarının cenazesi bile bulunamadı. Ben her zaman söylüyorum Nergis’le arkadaşlarının hiçbir farkı yok benim için. Sadece kızları daha çok düşünüyorum, onlar sürekli benim aklımda, hiç aklımdan çıkmıyorlar. Onlara üzüldüğüm kadar başka bir şeye üzülmüyorum. Nergis evdeyken de karanlıktan korkuyordu, orada ise 15 gün kalmıştı. O çocuklarla beraber bodrumlarda Nergis’ten daha küçük olanlar da vardı. 11 yaşında olan bir çocuk vardı. Bugün yüzlerce çocuk babasız kaldı. Sanki 70 yaşındaki kişi terörist miydi? Bir aylık bebek terörist miydi? Bugün de, her gün evlerimizi basıyorlar. Her gün polisler evlerimizi basıyor. Çocuklarımız onlardan korkup evden çıkıp gidiyorlar.
Nergis’in taziyesi devam ediyordu. Onu gömdükten bir hafta sonra eve geldik, insanlar evimize taziyeye geliyorlardı. Bir gün polis panzerlerle kapımıza geldiler. Hogir’i sordular. Onlara Hogir’i neden sorduklarını sorduk, onlar biliyorlardı şehit olduğunu ama biz bilmiyorduk. Onlar bizim bilip bilmediğimizi öğrenmeye gelmişlerdi. Onlara bizi hiç aramadığını söyledik. Bana “Bizimle dalga mı geçiyorsun!” dedi. “Hayır” dedik, “O zaman bu ne kalabalık!” dedi. Ben de ona “Bu kızımın taziyesidir.” dedim. “Siz kızımı öldürdünüz, siz hâlâ benden ne istiyorsunuz?” dedim, bana “Biz senin kızını öldürmedik, örgüt senin kızını öldürdü.” dediler. “Onu siz öldürdünüz örgüt öldürmedi!” dedim. Bana “Bizi neden suçluyorsun?” dediler. Onlara “Siz suçlusunuz; sizi çağırdım ‘kızım orada’ dedim, ‘bırakın gideyim onu yararlı bir şekilde getireyim’ dedim, siz izin vermediniz.” dedim. Bana dediler ki “Biz defalarca gittik oraya ama bize silah doğrultular”, ben onlara dedim ki “yemin ederim bu yalandır!”. Onlara dedim ki “Atatürk Parkı ne kadar uzak ya! Siz oradan anons yapıyordunuz sürekli. Hani nerede, aralarında bir kilometre var!” dedim. Atatürk Parkı’nda anons yaptınız, yaralı olanlar çıkıp gelsin diye, ondan sonra bir çocuk denedi çıkmayı. Onun ismi Abdullah’tı, diğerlerine ben çıkacağım demiş. Eğer ben kurtulursam siz de gelin demiş. O başını çıkarır çıkarmaz siz onu vurdunuz, diğerlerini de korkuttunuz, çıkmadılar. Siz hepsini büyük bir eziyetle öldürdünüz orada, dedim polislere.
O zaman işte bize sordu, bize telefon gelip gelmediğini. Ona “Benimle dalga geçme!” dedim. Bana dedi ki “Benim 50 askerim orada öldü.”. Ben de ona 200 çocuğumuzun o bodrumlarda öldüğünü söyledim. “Hepsini öldürdünüz, biz bir daha izin vermeyeceğiz, kimsenin çocuklarına öyle yapılmasına!” dedim. Ben ona bu saatten sonra bir şey yapamayacaklarını söyledim. Küçük çocukların büyüdüklerinde olanları unutmayacağını da söyledim. Bizim hayatta bu yaşananları unutmayacağımızı söyledim. Hadi neyse dedi ve gitti. Sonra ben eve döndüm ancak artık Hogir’a bir şey olduğunu düşünmeye başladım. İnsanlar bana öyle şeyler düşünme diyordu, ama artık yüreğim yerinde duramıyordu, babasının işte olduğu gece artık biliyordum, sabaha kadar uyumamıştım, ev üzerime yıkılacak sanıyordum. Kızım bana polisler geliyor dedi. Kapının arkasına durdum, deliler gibiydim. Sabaha kadar ellerim durmuyordu, kalbimin duracağını sanıyordum. Sanırım o gece ona bir şey olmuştu. Taziye bittikten sonra biraz hafiflemişti, babası arabayla Kızıltepe’ye gitti. Bir yük götürmüştü oraya iki ay orada kalacaktı. Ona diyorlar ki “Sen kızın için kan örneği verdin ama bu DNA’da bir erkek bulundu.”. Bu kalkıp Kızıltepe’de savcılığa gidiyor, onlara demiş ki durum bundan ibaret. Ona demişler ki “Sen oğlunu görürsen tanır mısın?”, o da gidip 4-5 defa bakmış, elleri ve kolları kopmuş, 10-12 tane kurşun izi varmış. Vücudu paramparçaymış…
Hogir’i Mardin’e getirdiler orada yıkadık, sardık bedenini. Sonra buraya getirip, kızımın yanına gömdük. Her perşembe gidiyorum mezarlarını ziyarete. Eskiden her gün gidiyorduk, panzer bize biber gazı atıyordu, insanların gitmesine izin vermiyordu. Bir kere bağırdım; “Müdahale etme!” dedim. “Zaten öldürüyorsunuz, bırakın elimizde sadece Yasin kitapları var, çocuklarımıza bir Yasin [Duası] okuyalım. Ne hakla bize bunu yapıyorsunuz? Bize neden gaz atıyorsunuz, izin vermiyorsunuz?” diye…
Sadece çocuklarımız için onların yargılanması lazım…
Onları hep rüyalarımda görüyorum. Kız kardeşleri de onları rüyalarında görüyorlar. Nergis, kaç defa rüyamıza geldi. Ablası onu rüyasında görmüş, üstünde beyaz kıyafetler varmış, elleri bembeyazmış, demiş ki biz şehit olduğumuzda buraya geldik, görüyorsun yerimiz ne kadar güzel, anneme söyle yeter artık üzülmesin demiş. Ben gerçekmiş gibi düşündüm.
Yasak kalktıktan sonra evimize döndük. Benim de eşimin de durumu pek iyi değil. Ben ameliyat oldum, eşimin durumu da çok iyi değil. Benden bir yıl büyük ama sanki 60 yaşında gibi duruyor. Sürekli bir köşede oturuyor. Çalışmak zorunda o da. Başka çaresi yok. Belediyede parkta çalışıyordu sonra onu işten attılar, şimdi inşaatlarda temizlik yapıyor. Diğer çocuklarımın psikolojisi pek iyi değil. Büyüğü ilaç kullanıyor. İki kardeşinin cenazelerini mezara gömerken gördü, bedenlerinin nasıl yanık olduğunu görmüş ve hiçbir zaman unutmuyor. Yasak kalktıktan sonra diğer oğlum da gitti. Lise son sınıf öğrencisiydi o da. Evden çıkmasına izin vermiyorduk. Çok üzülüyordu kardeşleri için. 2014 yılında gitti polislerin korkusundan, polisler her gün evimize baskın yapıyorlardı. Onu alıp götürüyorlardı. O da korkudan kalktı gitti, kaçtı. Hiç cezaevine girmemişti. Dayımla birlikte küçük oğlumu da cezaevine götürülmüşlerdi. Ona işkence yaptılar, ikisi berabermiş, beraber gitmişti. İşkencede artık ona ne yapmışlarsa, o da gitti…
Tüm bunlardan sonra kimse evimize hasar tespiti için ya da yardım için gelmedi. Çocuklarımızı öldürenler bize yardım mı edecek? Allah’tan isteğim şudur ki bu insanlar bize ne yaptıysa, aynısı onların da başına gelsin. Bize kimsenin malı mülkü lazım değil. Sadece çocuklarımız için onların yargılanması lazım. Onlar çocuklarımıza bunları yaptı, insanlarımızı öldürdüler, şimdi de evlerinde rahatça oturuyorlar. Güzel günlerin geleceğine inanmıyorum. Onlar hayatta bizi kardeş olarak kabul etmezler, yıllardır belki yüzyıllardır biz barış istiyoruz, biz insanlar ölmesin diyoruz. Onlar ise bizi öldürüyor. Babalarımız ve dedelerimiz anlatıyordu onların yaptıklarını, biz de kendi gözlerimizle gördük inşallah çocuklarımız görmez. Allah hayatta bizi onlarla kardeş yapmaz.
Bugün Cizre sokaklarında gezerken aklıma her şey geliyor. İnsanlar yeni yeni çıkıyor evlerinden. Dışarıya gittiğimde bakıyorum kim kalmış sokaklarda diye. Çocuklarla doluydu, gençlerle kızlarla… Şimdi hiç kimseyi göremiyorum, artık beni hiçbir şey mutlu etmiyor. Sürekli evde kalıyorum. Allah hakkımızı zalimlerden alsın ama Allah onlara hiçbir şey yapmıyor zalimlerin başına hiçbir bela gelmiyor. Zalim bir devlet var. Bize ve çocuklarımıza zulüm ediyor. Bütün bu çocuklar onlara ne yapmıştı, ne yapmışlardı! Herkes kendi yerindeydi. Diyorum ki bizim de devletimiz olsun. Mazlum olmayalım, o zaman bize hiçbir şey yapamazlar. Allah hakkımızı alsın, Allah’ tan umudumuz var. Bu acılar yüreğimizden çıksın. Ben Allah’a yalvarıyorum ki büyük bir kaza onların üzerine gelsin, onlar bizim çocuklarımıza nasıl zulüm ettiyse çocuklarımızı nasıl öldürdüyse onların da çocukları zalimlerin eline düşsün, onlar da kendi gözleriyle bunu görsün. Güzel mi değil mi onu görsünler! Onlar insanların çocuklarını öldürüyorlar, şimdi de evlerinde rahatça oturuyorlar. İnşallah aynısı onların da başına gelir, onlar da kendi gözleriyle bunu görürler.