1994 yıllarında ailem Şırnak’taydı, savaş nedeniyle ailelerin çoğu Cizre’ye taşındılar. Ben de göç sonrası 1994 yılında, Cizre’de doğdum.
Annem, 1992 yılında üç çocuğunu annesine bırakıp Newroz’a katılmaya gidiyor, 92’de Şırnak’taki ilk Newroz yürüyüşünü yapıyorlar. Bu eyleme olan müdahaledeki ilk kurşun annemin kafasına isabet etmiş. Yapılan ilk müdahaleden sonra annem Diyarbakır’da yoğun bakıma kaldırılmış, bir ay yoğun bakımda kalmış, kurtulmuş ama o olaydan sonra annemin kulağı zarar görmüş. Annem iyileştikten sonra babam da Şırnak’ta kalmak istememiş ve Cizre’de ev alıp, oraya taşınmışlar.
Biz dokuz kardeşiz, ben ailemin beşinci çocuğuyum. Cizre’de doğdum, büyüdüm, sekizinci sınıfa kadar orada okudum. Cizre’de çocukluğumuz çok güzel geçti. Ben ve kardeşlerimin okulu çok başarılı geçiyordu. Çocukken hep ip atlardık, basketbol oynardık. Cizre’de özgürdük… Babam daha çok kız çocuklarını destekliyordu, oğullarını da çok seviyordu ama “Kız çocuklarımı çok seviyorum” diyordu. Annem, tanıdık olmayan kimsenin evine gitmemize izin vermezdi. Babam o zaman şofördü, Irak tarafına gidiyordu.
2012’de Şırnak’a taşındık, beş ay sonra ben sözlendim. Kocamla severek evlenmedim. Halamın oğluydu, altı yıl boyunca benimle evlenmek istediğini söyledi. Ben kabul etmek istemiyordum ama beni ‘Ya beni kabul edeceksin ya da dağa gideceğim’ diye tehdit ediyordu. Babam durumu öğrenince, beni zorla evlendirdiler. Ben on sekiz yaşındaydım, o da yirmi yaşındaydı. O süreçte askere gitti, teskeresine beş ay kala izne geldi, sözlendik sonra tekrar askere gitti. Askerliğini bitirdikten sonra on gün geçmeden evlendik. Babasının bir arkadaşı trafik kazası geçirdiği için düğün yapamadık, ama ben gelinlik, o da damatlık giydi. Evin önünde halay çektiler. Evlendiğimizde mutluyduk, o da çok mutluydu. Zaten ben hamile kaldığımda hiç onun kadar mutlu bir insan görmedim, o kadar seviniyordu ki!
Evlendikten sonra kaynanamın evinde yaşamaya başladık. İki tane kız kardeşi, bir tane erkek kardeşi vardı ve bir tane abisi vardı. Abisi de bizden sonra evlendi. Eltim, eşimin annesi ve babasıyla birlikte yaşıyorduk. Eşimin annesi zaten halam oluyordu bu yüzden güzel geçiniyorduk. Halamın ailesi kalabalıktı, kızları da evliydi ama iyiydik. Ben on dokuz yaşında anne oldum. Evliliğimin üçüncü ayında hamile kaldım, çok güzel bir duygu, güzel bir an… Ne bileyim hamile olduğum haberini almak, o kadar güzel bir duyguydu ki… İlk başlarda, daha biz çocuğuz diye düşünüyordum, sonra eşim de o kadar mutlu oldu ki, bu çocuğum doğduktan sonra bir tane daha istedi ama ben izin vermedim. “Bir önümüzü görelim” dedim. Şırnak hiç iyi olmadı, sürekli çatışma, sürekli patlama…Sürekli korkuyorduk.
Evlendikten sonra İŞKUR’a kayıt yaptırdım, ismim çıkmadı. Babam da kızdı bana, Seni asla çalıştırmam’ dedi. Altınlarım vardı, eşime verdim bozdurdu ve bir dükkan açtı. Tamir yapıyordu, bir tane adamın dükkanında çalışıyordu, serbest meslek yapıyordu. Her işi yapıyordu, elinden her iş geliyordu. Benzinlikte bir ara çalıştı. Çok mutluyduk aslında ama sonra her şey berbat oldu. Çocuğumu Şırnak Devlet Hastanesi’nde, sezaryenle doğurdum. Anne olmak çok güzel bir duygu, her dakika uyanıp öpüyordum sonra uyuyordum. Kızımın adını Zele koyduk. Benim abim askerdeydi, aradı “Çocuğun adı ne olacak? Benim kızımın adı Elsa seninki de Zele olsun” dedi, eşim de kırmadı onu, Zele koyduk adını.
Sokağa çıkma yasakları
Sokağa çıkma yasaklarından önceki süreç, ilk olarak bizim mahallede başladı. İlk önce zaten Cizre’de oldu. Şırnak’ta bir şeyler yaşanıyordu. Biz insanlara Şırnak’taki durumu sorduğumuzda ‘Cizre’de ne oluyorsa burada da öyle olacak’ diyorlardı. İşte ben de bundan korkuyordum. Bir tane öz amcamın kızı Cizre’de bodrumda* kaldı ve onu diri diri yaktılar. Kuzenimin yanarak canını verirken kimsenin kurtarmamasını vicdan azabı gibi çektik. Elimizi kolumuzu bağladılar ve onları diri diri yaktılar. Biz hâlâ vicdan azabı çekiyoruz, hiçbir şey yapamadık… Buradan yürüyüş yaptık, Cizre’ye kadar. Ayaklarımız şişti. Köprüye kadar gittik, orada biber gazı attılar [güvenlik güçleri]. Bir iki gün gittik akrabamızda, Cizre’nin diğer tarafında kaldık. Ama yine de izin vermediler, ne yaptıysak hiçbir işe yaramadı. Çaresiz olmak gerçekten anlatılamayacak bir durum.
*14 Aralık-2 Mart 2016 tarihleri arasında, Cizre’deki sokağa çıkma yasağı esnasında, birçok kişi geriye sadece kemikleri kalacak şekilde can verdi. Tespit edilebilmiş üç ayrı bodrumdan, farklı yaş aralığında, yüze yakın cenaze çıkarıldı. (Daha fazla bilgi için bkz. TİHV Cizre Gözlem Raporu (31 Mart 2016); BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Türkiye’nin Güney Doğusundaki İnsan Hakları Durumuna İlişkin Rapor (Şubat 2017).
Gerillalar geldi halkla konuştu, herkes destek vereceğini söyledi yapılacak eylemlere. Ben katılmadım o zaman, çünkü Zele küçük bir çocuktu. ‹Kendinizi Ekin Van’ın* yerine koyun. Şimdi gelseler size böyle yapsalar ne yapacaksınız? Sizi zulümden korumak ve savunmak için buradayız’ dediler. Kaç kere eşime de dedim “Yani yapma demiyorum, yap ama bu kadar da değil, çocuğun var akşam kalma.” O da bana “Seni o kadının yerine koyuyorum, sen olsaydın ben ne yapardım? Senin çırılçıplak bedenini o sokağa atılmış olsaydı, ben ne yapardım?” Evet, hep o korkuyu yaşadık, o fotoğraftan eşim çok etkilendi, neredeyse o fotoğraftan sonra hayatı mahvoldu. Ve eşim sokağa çıkma yasakları esnasında şehit oldu. Birkaç kere bize mesaj attı ama… O zaman biz afet konutlarının oraya kendimiz için çadır kurduk ve çadırlarda kaldık. Yaklaşık 200 aileydik. Eşim şehirde kaldı, herkes ‘Başka bir eve gidin’ diyordu. Biz Şırnak’tan uzak kalmaya asla dayanamıyorduk, o bombalar… Her gün kızımızı götürüyordum yanına, ekmek, pasta falan götürüyordum. Sokağa çıkma yasağında neredeyse hiç eve gelmedi, ben tek başıma bir binada yaşıyordum.
*10 Ağustos 2015 tarihinde Varto’da öldürüldükten sonra cenazesi çıplak olarak teşhir edilen Kader Kevser Eltürk (Ekin Van).
Kocamın bir yedek ayakkabısını kapıya bırakıyordum. Kim gelir belli olmaz ki! Düşünsünler ki kocam evde, kapımı çalmasınlar…
Sokağa çıkma anonsu yapıldı. Yapacak hiçbir şey yoktu. Çok çaresizdik, ben ilk 5 ay kaynanamdan ayrı bir evde yaşadım. Onlardan ayrı bir eve çıktım çünkü eşim eve gelmiyordu. Kayınpederim de “Ayrı eve çık, belki kızının hatırına eve gelir” dedi. Ben de ayrı eve çıktım, ayrı evde bir ay kaldım. 6 katlı binada tek başıma kaldım, sürekli patlama, sürekli çatışma sesi… Kaç sivil insanı kapımın önünde öldürdüler… Bir taraftan çatışmalar devam ediyordu, çocuklar ölüyordu. Kızım sürekli bağırarak ağlıyordu. Akşam olduğunda sabaha kadar oturup ağlıyordum korkudan, patlama seslerinden. Polisler kapıya kadar geliyorlardı, hiç gitmiyorlardı. Ne yapacağımı bilmiyordum, çok çaresizdim o zaman. Eşimi arıyordum, “Ben nasıl geleyim?” diyordu. Babam arıyordu, abilerim arıyordu, kayınpederim arıyordu ‘Korkma, gel buraya.’ diyorlardı. Gelmeyeceğimi söyledim onlara. Kayınpederimin büyük oğlu ‘Gelip seni alacağım’ dedi. Ona “Gelme! Benim yüzümden sana bir şey olursa ben ne yapacağım, gelme!” dedim. Yani tek başıma evde kalıyordum, kocamın bir yedek ayakkabısını kapıya bırakıyordum. Kim gelir belli olmaz ki! Düşünsünler ki kocam evde, kapımı çalmasınlar. Yasağa bir iki ay kala, herkes kaçıyordu, o binada bir tek ben kaldım. O kadar korkuyorduk ki sabaha kadar uyuyamıyorduk. Korkuyorduk çünkü tecavüze uğramak, ölmek yani her şey olabilirdi. IŞİD gibiydiler yani, her şeyi yapabilirlerdi. IŞİD’in Kobanê’de yaptığı birçok şey gibi, her şeyin korkusunu yaşıyorduk. “Aniden polis gelse ben ne yapacağım?” diye düşünüyordum. O evde bizi öldürseler bile kimse bir şey yapamazdı.
Eşim yasak olmadan önce de yaralandı. Mahallede patlama oldu, ben onun başını tedavi ettim. Kimse hastaneye gidemedi. Tam iyileşmedi ve yasak ilan edildi. Yasağa bir hafta kala gidiyordum yanına, ağlıyordum “Gel! Bu çocuğu bırakma. Nasıl bizi bırakırsın?” diye sürekli ağlıyordum orada. Birkaç defa kızımızı da götürdüm, kızımız babasına çok bağlıydı. Sabaha kadar ağlıyordu ‘Baba gel!’ diye, o zaman küçücüktü, yaklaşık 3 yaşındaydı. Babası, çaresiz bir insan nasıl bakar, öyle bakıyordu kızımızın yüzüne, onu sarılıp öpüyordu. Arkadaşları da kızımızı çok seviyordu. Bir gün onu görmeye gittim ve oturdum, ağladım. Dedim “Bunu bana yaşatma, ben ne yapacağım bundan sonra? Ben bu çocukla tek başıma baş edemem. Yani görmüyor musun amcamın kızına ne yaptılar? Siz Cizre’yi görmediniz mi?” O da “Onların hepsi bir bodrumda. Biz öyle mi yapacağız? Biz öyle değiliz ki!” dedi. Ama o gün herkes kaçtı. Sadece gerillalar kaldı. Ben ilk önce korkmadım ama herkes kaçtığında çok korktum. Her şeyi yapabilirler, şikayet edebilirler. Sonra gittim eşimin yanına, ağladım. “Kusura bakma, benim arkadaşlarım kaldıysa ben de kalacağım. Onların canı can değil mi?” dedi. “Onların çocuğu yok, onların eşi yok. Yani seninle onlar aynı değil. Önce beni koru sonra git milletin koru.” dedim. “Ben yapamam. Onlar kaldıysa asla yapamam. Arkadaşlarımın hepsi şehit düştü, ben onlara nasıl ihanet ederim? Ben onlara söz verdim.” Kızımızı öptü, vedalaştı, kaynanamla, herkesle vedalaştı, sonra tümü çıktı. Benle o yalnız kaldık. Ben çok ağladım, en son vedalaştık. Sonra zaten yasak ilan edildi. Biz de Şırnak’a, birkaç kilometre uzağa, çadırlara taşındık. Benim annemle babam da çadırlara taşındılar. Ben, kaynanam, kayınpederim ve dört eltimle, toplam beş aile bir çadırda yaşadık.
Çadırda geçirdiğimiz günler gerçekten çok kötüydü. Her günü ağlayarak, her günü korkarak geçirdik. Şırnak’ta her top patladığında, sanki içimizde patlıyordu! İzliyorduk, geceleri battaniyeye sarılıp izliyorduk. Çok ağlıyorduk. Bir ayda tam 15 kilo verdim ağlamaktan. 4 ay boyunca ondan hiçbir haber alamadım. Beni en son aradığında dedi ki: “Söz seni her gün arayacağım, seni habersiz bırakmayacağım. Ama sen kızıma iyi bak, hiçbir şey olmayacak, sana söz veriyorum.” Ağladım, bir süre sonra telefonu kapattı. Artık 4 ay ne telefon, hiçbir şey duymadım. 5 Mayıs’ta, tam 5 Mayıs’ta abisine Facebook’tan mesaj göndermiş, “Abi ben yaşıyorum, eşime haber ver, anneme haber ver.” demiş. Sürekli diyordu “Kızımızın sesini kaydedin, bana gönderin, video çekin bana gönderin, ailemin fotoğrafını çekin bana gönderin.” Sonra biz de kızımın fotoğrafını, sesini kaydedip gönderiyorduk. Bize 3 tane fotoğrafını çekip gönderdi oradayken. Her yer yıkıktı, artık bodrum mu, orası neresi bilmiyorum. O fotoğraflarda eşim zayıflamıştı, saçı, bıyığı birbirine karışmıştı. Fotoğraf yollayınca, inandık o olduğuna, konuşmaya devam ettik. Bize 5 Mayıs’ta fotoğraf gönderdi, 28 Mayıs’ta şehit düştü. 4 Haziran’da, arkadaşlar Twitter’da fotoğrafını görmüş. İlk 28 Mayıs’ta şehit düştüğünde yere bırakıyorlar. Elinde sadece bir sigara paketi ve de bir çakmak vardı, başka hiçbir şey yoktu. Ellerini kaldırmıştı. Yerde yatarken fotoğrafını gördük. Sonra 4 Haziran oldu. 4 Haziran’da hâlâ o cenaze yerdeydi, işkence etmişler. Kafasını taşla ezmişlerdi, gözleri çıkmıştı. Yara bere içindeydi. Fotoğrafları o zaman bana göstermediler, sonradan gösterdiler. Kıyafetlerinden tanımışlar. Fotoğraf gönderdiği zamanki kıyafetleri vardı üzerinde.
Dedim “Bu o değil.” Ama o olmadığına hiç sevinmedim. Çünkü o cenazeye o kadar kahroldum ki…
Biz 5 sefer taziye kurduk. Çok değişik bir duygu, çok şey yaşadık. Abileri gelip, kayınpederimle Şırnak’a gittiler. Cenazeler tanınmaz haldeymiş. Hiç kimse kimseyi tanımıyordu. Eşimi teşhis etmek için kayınpederim hastaneye gittiğinde cenazelerin hepsi çürümüştü. Dediler “Hiç kimse, kimseyi tanıyamıyor.” Babası birini görüyor, ona benzetiyorlar ama o, Diyarbakırlı bir gençtir. Ben de baktım teni onunkine çok benziyordu gerçekten de. Kayınpederim getirdi, biz taziye kurduk çadırlarda, ama defnetmedik. Camiye getirdiler yıkamak için Batman’dan bir sürü insan gelmişti. Ağladık, defalarca baygınlık geçirdim. Dedim “İlla ki onu göreceğim yoksa ben kendimi öldüreceğim.” Dediler “Yok göremezsin, önce yıkayacağız.” Ben dedim “Ben görmezsem asla izin vermem.” Sonra kolumdan adamlar tuttu, camiye gittik. Camiye gittik, baktım. Baktım ona çok benziyordu ama o değildi. Dedim “Bu o değil.” Ama o olmadığına hiç sevinmedim. Çünkü o kadar o cenazeye kahroldum ki! Sanki bir melek uyuyordu. Yüzüne hiçbir şey olmamıştı ama belden aşağı hiçbir şey kalmamıştı. O kadar ağladım, bağırdım ki… Ama onun, o olmadığına gerçekten hiç sevinmedim. İçime o kadar kötü bir his düştü ki, kötü bir şey olduğunu biliyordum. Tam o gün, o ölmüştü. Onun cenazesi de hastanedeydi ama cenazesi tanınmıyordu. Biz o genci toprağa koymadık, tekrar cenaze arabasına koyup, morga götürdük. Dedik “Biz yanlış cenazeyi almışız.” Bizden aldılar, hastaneye götürdüler. Diğerlerine baktılar ama tanımadılar, o da oradaydı ama kayınpederim tanımadı. Beni götürmediler diye çok ağladım. Kayınpederimle, büyük oğlu gittiler ama tanımadılar. O zaman kayınpederime “Eşimin kafasının arkası yaralanmıştı, iyileşmemişti biraz kel kalmıştı orası.” dedim. “Ben unuttum oraya bakmayı. Hepsinin yüzleri tanınmayacak haldeydi.” dedi. Kayınpederim gelip, diyordu ki “Kızım bak üzülme, o değil.” Ben de “Yok, o ölmüş. O ölmediyse içimdeki bu sıkıntı ne?” dedim. 20 Mayıs’ta kızım ağladı, hiç gece uyumuyordu sürekli “baba, baba” diye ağlıyordu. Benim eşimin abisi dedi ki “Bunun babasına bir şey olmuş, kız bu kadar ağlıyor içine his düşmüş.” O gün o ölmüştü, ama ben bilmiyordum. Millet biliyordu, bana söylemiyordu. Biz o cenazeyi teslim ettikten birkaç ay sonra bizim bir akraba aradı dedi ki “Onlara söyleyin eşi ölmüş, gitsin cenazesini alsın.” Ben kayınpederimin neyi var neyi yok hepsini kırıp döktüm. Dedim ki, “o artık yoktur sizin de hiçbir şeyiniz olmasın.” Evin her şeyini yaktım, kırdım, bulaşık makinesini vs. Dedim “Bundan sonra sizin hiçbir şeyiniz olmasın!” Dediler “Kızım sakin ol! Bir telefon yüzünden niye böyle yapıyorsun, ne olmuş, kim aramış seni?” İşte sonra o arayan kişiyi aradılar, “Bir korucu gelip, haber vermiş.” demiş telefondaki. Sonra tekrar hastaneye gittiler teşhis için, ama yine teşhis edemediler. Aradan kaç ay geçti, yine o fotoğrafları gördüm. Yine o fotoğrafları birinin elinde gördüm. “Söz ver kimseye söylemeyeceksin?” dedi. Söz verdim, bana fotoğrafı gösterdi. O fotoğrafı görmek hiç anlatılamayacak bir his gerçekten. Zaten onun öldüğünü biliyordum. Çünkü öyle bir his! Sürekli rüya görüyordum, sürekli! Ne bileyim, hiç uyku girmiyordu gözüme, öyle bir sıkıntı vardı. Sanki biri kalbimi tutmuş, çalıştırmama izin vermiyor, o kadar sıkışmış ki nefes alamıyordum. Zaten o topları, bombaları her gün izliyorduk. Evin yıkılışı, her şeyi, her yeri görüyorduk. İlk önce ben kayınpederime “her şey gitsin ama o gitmesin. Ev falan hiçbir şeye üzmeyin kendinizi.” dedim. Zaten 9 ay sonra Şırnak’a taşındık…
Çadırda yaşam savaşı
Çadırda kalmak zorunda olmam sağlığımı olumsuz yönde etkiledi. O zaman kanamam çok oluyordu, bir de çok sancım vardı. O kadar sancılanıyordum ki hiç anlatamam yani. Soğuktu, yazın bile geceleri soğuktan hiç uyuyamıyorduk. Gündüzleri de güneşin en az olduğu anda bile sıcaktan uyuyamıyordum. Hani naylondu ya çadır, ondan. Orada yaşıyorken soğuk suyu bidonlarla taşıyorduk. Çadırlarda insanlar paylaşımcı değillerdi. Yani herkes çadırlarda yaşıyor, ne varsa kendilerine alıyorlardı. Mesela benim annemle onun üç gelini bir çadırda yaşıyordu. Ben de kayınpederim ve 4 geliniyle yaşıyordum. Yani 5 aile, bizimki daha zordu. Çadırlara baskın da yapıyorlardı, gözaltılar da oluyordu. Nasıl oldu diyeyim size… Orada konutların girişinde bir tane korucu öldürdüler, sonra orada, o konutlardaki komşularımız gidip bizi şikayet etmişler. “Bunlar PKK’lidir, bunlar gelmiş bizim korucumuzu* öldürmüş.” demişler. İşte bir kere sabah saat 5, güneş daha doğmamış, biri bizim çadırlardan, fotoğrafımızı çekiyor, geziyor. Biz onun sesiyle kalktık ha! Kaynanam dedi “Kalkın kalkın bir şey var.” Kapıya kadar iniyordu, fotoğraf çekiyordu, kalkıyordu. Fark ettik ki beyaz bir Heron**, her çadırı geziyor, onun sesiyle uyandık. Biz kalktık, çadırlardan çıktık, bir de ne görelim! Onlarca polis gelmiş, hepsi bağırıyor “Kalkın, kalkın!” diye. Orada boş bir arazi vardı. 92’lerdeki*** gibi herkesi; kadın, erkek, çocuk, yaşlı kimse demeden topladılar, boş araziye götürdüler. Herkes eşofmanlarla, kadınlar açık saçık, hiçbir şey giymelerine izin vermediler, hepsini kolundan tutup sürüklediler. O kadar kalabalık polisin içinde, bir tane kadın polis görebildim. Yaklaşık iki yüz, üç yüz çadır vardı. Büyük bir tane arazi vardı, herkesi bağırarak çağırarak, silahları doğrultarak oraya sürüklediler. Bize “Kalkın, çocukları da uyandırın!” dediler. Adamların hepsi önden gittiler, kadınlar da birer etek giydiler, yazmalarını alıp, onlar da gittiler. Ben tek kaldım, bir tane polis geldi dedi “Niye sen gelmiyorsun, herkes gitti. Niye sen gelmiyorsun?” Dedim “Gelmeyeceğim, gelmek zorunda mıyım? Biz ne yapmışız size?” O zaman daha eşimi kaybetmemiştim ama içimde o kadar öfke vardı ki… Dedim “Gelmeyeceğim. Ne yapsanız gelmeyeceğim.” Baktım amirine diyor “Amirim bu kadın zorluk çıkarıyor.” Diğeri geldi bana bağırdı, dedi “Niye böyle bir şey yapıyorsun?” Dedim “Gelmeyeceğim, çocuğu görmüyor musun? Siz bu kadar polis gelmişsiniz, biz size ne yapmışız ki? Sonra diyorsunuz ki çocuklarınız bizi sevmiyor. Bakın siz bizi ne duruma getirmişsiniz? Bizler ne yaşıyoruz, siz hâlâ baskı yapıyorsunuz. İnsanca gelip sorsanız ya! Niye milleti böyle korkutuyorsunuz? Eski zamanları mı özlediniz?” Sonra bana “Bir çocuğuna bakayım.” dedi. Çadıra gitti, çocuğa baktı sonra “O zaman sen gelme, orada kal.” Benim bir tane ablam var dört tane ikizi var. İkisi 5 yaşında, diğer ikisi de yeni doğmuştu. O zaman onlar daha 20 günlüklerdi. Şırnak öyle yıkıldı ki onlar da mecburen durumları olmayınca çadırlarda kaldılar. Çadır yaptı eşi ama çocuklar sürekli hasta… Geldiler orada çocukların iki beşiği vardı çıkardılar dışarı, ablam bağırdı “Siz ne yapıyorsunuz, 20 günlük bebek var burada.” Yani çok zorluk çektik. Hepsini o araziye toplayıp birkaç genci dövüp, gözaltına aldılar. Millet bağırıyordu. Sonra hepsinin kimliklerini aldılar, teker teker kontrol ettiler. Sonra büyük bir otobüs geldi anons etti: “Size üç gün mühlet veriyorum ya buradan göçüp gideceksiniz ya da sizin çadırlarınızı yakacağız.” Biz de bu kadarına yapacaklarına ihtimal vermediğimiz için ciddiye almadık. Birkaç günün ardından, bir öğleden sonra panzerler ve başka zırhlı araçlar geldi. Polisler ve jandarmalar geldiler. Anons ettiler: “Çabuk olun, çabuk olun. Toplayın her şeyi!” 5 tane ev bir çadırda, biz nasıl toplayacağız her şeyi. Tabak çanak, o kadar şey… Hiçbir şey yapamadık. Diğer çadırlardan bağrışmalar geldi ve fark ettik ki insanların çadırlarını ateşe vermişler. Biz durumu görünce hepimiz sokağa attık kendimizi. Eşyalarla birlikte her şeyi ateşe verdiler, hepimiz çığlık çığlığa kaldık. Bir zırhlı araç getirmişlerdi. Çadırımızı aldılar yere attılar, içerisinde dolaplar, kıyafetler… Şırnak yasağının 9. ayıydı, çadırlarımızın hepsini yıktılar. Sonra bize dediler “Nereye giderseniz gidin ama bu çadırlarda kalamazsınız.” Bir kadın ve ben, biz amirlerle falan kavga ettik. Dedik ki “Görmüyor musunuz neler yaşadığımızı?’” Dedi ki “Size hiç acımıyoruz, sadece bu çocuklara biraz acıyoruz” dediler. Dedik “Biz nereye gideceğiz? Şırnak’tan ayrılamıyoruz, maddi durumumuz yok. Biz nereye gideceğiz, nereye gitmemizi bekliyorsunuz?” Dediler “Cizre’ye, gidin Silopi’ye, gidin başka bir yere ev tutun.” Buna rağmen, “Biz gitmeyeceğiz” dedik. Kayınpederimin bir fotoğrafı vardı, ona bakarak dedi ki “Sizin ailede korucu var mı?” Dedim “Allah korusun! Ne korucusu ne diyorsun sen?” Bir de bir tane kitabım vardı, Cudi’nin Günlüğü. O kitaba baktı ve dedi ki “Bu kitabı kim okuyor?” Dedim “Ben okuyorum, ne oldu kötü bir şey mi var?” Dedi “Hiç öylesine sordum, merak ettim.” Kitaba bakıp sonra fırlattı bir köşeye. Amcamın eşi de oradaydı, kelle paça yapmıştı. Kepçe gitti o yemeği de ezdi, hepsini döktü. Yine aynı kepçeyle bizim çadırlarımızı hepsini kaldırıp, yıktılar. Ancak birkaç parça kıyafetimizi alabildik, sonra amire dedik “Biz nereye gideceğiz? Zaten hepimizin evi yıkılmış; anneminki yıkılmış, benimki yıkılmış hiçbir şey kalmamış.” Sonra benim eltimin babasının evi 5 katlıydı, o mahalleye bir şey olmamıştır, oraya gidilebilir diye düşünüyorduk. Sonra oraya gitmemize izin verdiler ama o ev de korkunç bir haldeydi; her şey yıkık dökük, camların hepsi kırılmış, kapı kırılmış… O soğukta, o günlerde, yiyecek yok, kapının önüne bile çıkmak yasak. Orada birkaç gün o kırık pencerelere battaniyeleri sardık, su yoktu taşıdık. Biraz evi topladık yıkadık. İnsanlar halı gibi bazı eşyaları verdiler de, biraz düzelttik evi. Sonra çocuklara marketten bir şeyler aldık. Market için hastanenin oraya gidiyorduk ama yasak olduğu için gizlice gitmek zorunda kalıyorduk. Devlet görse orada, o an alırdı bizi.
* Korucu, 1985’te 442 sayılı kanun, 74. maddesine dayanılarak oluşturulmuş olan, devletçe silahlandırılmış ve aylık maaş bağlanmış sivil köylülere denmektedir. Koruculara 690 sayılı KHK ile sosyal güvenceler de tanınmıştır.
** Heron, insansız hava aracıdır.
*** İlki 84’te başlayan, güvenlik güçlerinin köy yakma pratiklerinin en yoğun olduğu dönem 92-94 seneleridir. Genelde köy ahalisinin, köy meydanında toplatılıp, darp edilmesi ve gözleri önünde evlerinin yakılarak zorla göç ettirilmeleriyle sonuçlanmıştır.
O sıralar eşim için bazıları diyordu, ölmemiş, yaşıyor; bazıları gördüğünü söylüyordu. İnsanların her biri bir şey söylüyordu. Sonra bize bir haber geldi, kaynanamdan kan vermesini istediler. Kaynanam Cizre’ye gidip kan verdi. 4 ay geçti, hiç kimse bir şey söylemedi. Sonra bir tane polis aradı, kayınpederimi de kan vermeye çağırdılar. O zaman belli olmuştu ama tam emin olmamışlardı, kayınpederim bizi üzmemek için belli olmadığını söylüyordu. Kan verdikten 15 gün sonra belli oldu. Bize dediler, gelin cenazeniz belli oldu. Gittik, bir köy var, orada defnetmişler. İlk önce kaynanamla kayınpederim gitti, ben de çok gitmek istedim ama kızım küçük, üzülmesin diye gelmemi istemediler. Bana “Ortada hiçbir şey yok, sadece gideceğiz kan vereceğiz” dediler. 15 gün sonra kayınpederimi çağırmışlar, kayınpederim kimseye haber vermeden Silopi’ye gitmiş. Yaklaşık 50-60 cenazeyi gömdükleri bir yere götürmüşler. Hepsini oraya defnetmişler. O mezarlardan birini kayınpederime gösteriyorlar, bu senin oğlunun mezarıdır diye. Kayınpederim de ismini yazıyor, işaret koyuyor, annemi arıyor “Sen git, kızınla konuş” diyor. İşte ilk duyduğumuzda… Allah gerçekten kimsenin başına vermesin.
O zaman yasak kalkmasına rağmen bize cenazesini vermediler, dediler ki “Götürseniz bile bizim istediğimiz köylere defnetmeniz gerekiyor. Asla götüremezsiniz!” İzin verselerdi kayınpederim getirecekti ama “Asla izin vermeyeceğiz” dediler. Söyledikleri köylerin hepsi korucu köyleriydi bu yüzden kayınpederim dedi “Bu köylerin hepsi korucu, ben hayatta bu köylere getirmem. Orada kalsın, bir gün nasılsa Şırnak’a getireceğim.” Eşimin mezarına gittim, o kadar ağladım ki… Mezarlığa kızımla birlikte gittim, çok sabırsızdım. Yani sanki ona gidiyormuş gibi, sanki onu canlı görecekmiş gibiydim. Nefes nefese gittim yanına, özlemle, her şeyle… Ölmüş olsa da son kez onun cenazesini görmek istiyordum, son kez ona sarılmak istiyordum. Onun öldüğüne inanmak çok zordu benim için. Hâlâ da inanamıyorum, bir yerden çıkıp gelecek, o Zele’yi bırakmaz diye düşünüyorum. Ama insan ister istemez alışmaya başlıyor. O kadar bağırdım ki hatırlamıyorum ama çok bağırdım. Kayınpederimle bir tane adam vardı orada, onlar da bana sarıldı, onlar da çok ağladı. Dediler “Biz artık ona üzülmüyoruz, sana üzülüyoruz.”
Bu şehirde her şeye tanık oldum!
Bir ay önce annemin evine yerleştim, artık orada yaşıyorum. Yaklaşık iki yıl kayınpederlerimle kaldım, sonrasında mecburen annemin yanına geldim. İnsanlar defalarca eşimin küçük kardeşiyle evlenebileceğimi iddia ettiler. Bir keresinde, bir hoca “Dul bir kadının, bir sürü erkekle aynı evde kalması günahtır” demiş. İnsanların her biri başka bir şey söylüyordu. O kadar zordu ki oradan ayrılmak; benim, kayınpederim ve herkes için ağır bir deneyim oldu. Bir süre sonra abim geldi ve çevredeki insanların konuşmalarının kötü bir boyuta ulaştığını ve bundan kaynaklı beni götürmek istediğini söyledi. Onun yanında olduğum sürece beni koruyup kollayacağını, daha güvende olacağımı, kimsenin kötü söz söyleyemeyeceğini söyledi. Kayınpederim de “Siz nasıl isterseniz öyle yapın” dedi. Karşılıklı helalleştik, dedi ki “Hiçbir gün ne bir kötü sözünü işittim ne de kötü bir hareketini gördüm. Hakkını helal et.” O kadar ağladım ki o an, o da bir taziye oldu… Taziye gibiydi oradan ayrılmak. Kızımı da aldım o gün, sonuçta kimseye bırakamazdım, o bana emanetti. Kaynanam kızımı götürmemi istemedi ama eşimin abisi “O bıraksa da ben o kızı size teslim etmem. Ben bakacağım, o emanettir, siz kalabalıksınız bakamazsınız. Kızı annesine verin çünkü o çok çekti, ben her şeye şahit oldum. O her şeyi yaşayıp, görmüş. Yani siz onun kadar ilgilenemezsiniz çocukla. Hakkınız yok kızın üstünde. Ne zaman görmek isterseniz görün ama ondan almayın” dedi. Sonra ben kızımı aldım ve oradan ayrıldıktan sonra aniden fenalaştım. Bir hafta hastanede kaldım. Neden hastalandım, ne oldu bilmiyorum. O gece o kadar ağladım ki aniden hastalandım. Doktor kaç yaşında olduğumu, neden bu kadar üzüldüğümü sordu. Ben de durumu anlattım, eşimi kaybettiği söyledim. Doktor “Senin yaşın başın ne ki bu kadar şey yaşamışsın.” dedi. Psikoloğa gittim ama ilaç kullanmadım. Yasaktan önce benle eşim gittik bir kere. Eşim birkaç kere ilaç kullandı, sonra o da bıraktı. Ondan sonra da defalarca bir doktora danışmamı istediler ama ilaçlar bağımlılık yapıyor dedikleri için gitmedim. Şimdi ailemle kalıyorum.
Şimdi bu hayattan kendim için hiç beklentim kalmadı, şimdi sadece kızımın hayatını, onun geleceğini düşünüyorum, kendime dair bir hayalim yok. Kendimi kızım için geliştirmek istiyorum. Ortak bir geleceğe dair umudum hiç yok. Bu kadar ölümden sonra bu insanlarla birlikte yaşayabileceğimizi düşünmüyorum. Öyle şeyler gördüm, öyle şeylere tanıklık ettim ki hiç umudum yok! Daha bir ay önce ben, annem, abim birlikte eşimin kabrine gittik. O zaman kayınpederim gelmedi ama ben ölsem de asla onu unutmayacağım… Bir kadın olarak umuyorum ki hiç kimse benim kadar zorluk çekmesin, hiç kimse benim gördüğümü görmesin. Anneler artık ağlamasın istiyorum.
Ben bu süreçte çok acı çektim ve tüm yaşadıklarım beni daha azimli, daha güçlü bir kadın yaptı. Önceden erkeklerden çok utanıyordum. Mesela babamla hiç yemek yemiyordum, hiç onunla karşılıklı oturmuyordum. Şimdi öyle değilim, daha güçlü bir kadın olduğumu hissediyorum. Evet, bu şehirde her şeye tanık oldum. Düşündükçe içim paramparça oluyor. Geçenlerde bir dayımın oğluyla Şırnak’a gittik, ona dedim ki “Burayı her gördüğümde içim paramparça oluyor.” O da “Ben alışmışım artık bana hiçbir şey olmuyor” dedi. Hâlâ her gördüğümde içim paramparça oluyor. O kan ve cenazelerin üzerine ev yapıyorlar. Kim bu evlere girecek, kim yaşayacak? Ben gelsem de Şırnak’a bu evlerde yaşayamam çünkü insanların kanının üstüne inşa ettiler. İnsanların şehit olduğu yerlerde ev yapmışlar. Dayımın oğlu “Biz alıştık” diyor ama ben asla alışamıyorum. Yani o mahalleyi gördüğümde her şey gözümün önüne geliyor. Her şey yeni olmuş gibi oluyor…