1973 Mardin Nusaybin’de doğdum. Annem Nisan ayında doğduğumu söylüyor. Bu yüzden adımı Nisan koymayı düşünmüşler ama sonra Arîn olmuş. Ben dört kız, dört erkek kardeşin, en büyükleriyim ve en küçüğümüz Fuat’tır.
Babam izin vermediği için okula gidemedim. Bagok Dağı’nda bir çatışma olmuştu, işte o sene ben evlendim. Evlendiğimde daha 20 yaşıma basmamıştım. Kocam benim halamın oğludur ve benden 15 yaş büyüktür. Halamın sadece bir oğlu varmış, halam babama kızını benim oğluma ver diye ısrar edince, önceleri kabul etmese de sonrasında vermiş. Nusaybin’e gelin getirdiler beni ve orada evlendim. O sene uçaklar bombardıman yapıyordu. Dünyanın dertlerinden dolayı çok yaşlı görünüyorum ancak ben daha 40-45 yaşındayım.
Kocamın kız kardeşi de katılım yapmıştı.* Hâlâ hayatta olup olmadığını bilmiyoruz. Görümcem gittikten sonra halamlar beni istemeye geldiler. Beni beğenmişlerdi. Sonrasında evlendik, bana beyaz bir gelinlik giydirdiler ama düğünümüz olmadı. Bir taksi geldi, beni Nusaybin’e getirip, halamın evine götürdüler. 9 yıl boyunca eşimin ailesiyle beraber yaşadım. Üç çocuğum orada dünyaya geldi, sonra kayınım evlendi, kayınbabam öldü. Ev küçüktü, eşim “Biz artık buradan çıkalım, bu ev bizim için küçüktür” dedi. Kaynanam, “Hayır çıkmayın, senin kardeşin işe yaramıyor. Sen de bizimle beraber ol” dedi. Sonra kardeşim evlendiği için İstanbul’a onun düğününe gittik, düğünden sonra eşim dedi ki “Biz evden ayrılacağız artık.” Sonra bir ev tuttuk. Hiçbir eşyamız yoktu; ne televizyonumuz vardı ne buzdolabımız… Sadece yatağımız vardı. Sonra eşim Suriye’ye çalışmaya gitti. Suudi Arabistan’a da gitti, orada 9 yıl kaldı. Geri döndüğünde sınır kapısında çalıştı. Kendi evimizi yapmaya başladık ama sonra yakalanıp, ceza evine gitti. Ortağıyla işlerini ayırdılar ve o zaman 15 bin dolar zarar etmiştik. Bir arabayla Suriye’ye gidip geliyordu. Zaman zaman tırlarla da gidip geliyordu. Bazen 15 gün eve gelmiyordu, çocuklar bu şekilde büyüdü. Eşim işinden dolayı, çocuklarımızın büyüdüğünü göremedi. 4 erkek, 2 de kızım oldu. Kızlarımdan önce 3 çocuğum da öldü.
Bekarken babamın evinde, hayvan otlatıyorduk, bağlarımız vardı oraya gidiyorduk, ot biçiyorduk. Bazen para kazanmak için pamuk toplamaya giderdim, bazen de fındık toplamaya giderdim. Bugün hâlâ hangi şehirlerde, o işleri yaptım hiç bilmiyorum. Devlet koruculuk dayattığı için benim ailem göç etmek zorunda kaldı. Önceleri kız kardeşim ve erkek kardeşim İstanbul’a gitti, annem ve iki kardeşim köyde kaldılar. Sonra onlar da önce Nusaybin’e geldiler, oradan İstanbul’a gittiler. Bizim köyümüz yıkıldı. Devlet silahlanmalarını ve korucu olmalarını istedi. Ama bizimkiler kabul etmedi. Bugüne kadar birçok insan öldürüldü, birçoğu akrabamdı. Köyde en az 50 tane erkek öldürüldü.
* Kuzeninin PKK saflarına katıldığını kastediyor.
Sokağa çıkma yasakları
Yasak başladığında, ben Nusaybin’deydim. Televizyonda duyurulmuştu. Biz önceden, aç kalmayalım diye erzak hazırlığı yapmıştık. O zamanlar oğlumda çatışmaların içinde olduğundan, doktor bana sakinleşmem için yatıştırıcı ilaçlar vermişti. Komşular bana diyordu “Dışarıda keskin nişancılar var, onlar minarelerde duruyor dışarı çıkma!” Ama benim oğlum ve onun arkadaşları çatışmaların içerisindeydi, bir türlü sakinleşemiyordum. Oğlum bazen geliyordu eve. Daha 20 yaşına girmemişti, o zaman liseye gidiyordu askerlere taş atmıştı. Bir keresinde kafası kırılmıştı, onlar askerlere laf atmış askerler de onlara taş atmıştı. Bazen de bana diyordu ki “Ben dağa gideceğim gerilla olacağım, Arîn.” Bazen şakalaşıyordu, bana “Arîn” diyordu. “Ben gerilla olacağım” diyordu, bense “Hayır! Sen neden yüreğimi yakıyorsun” diyordum. O da bana diyordu ki “Sen sanki diğer annelerden daha mı iyisin? Ben gideceğim.” Bir keresinde, babası beni çağırdı “Aşağıya in, Ahmet gelmiş” dedi. Aşağıya indim, baktım oğlum gerçekten gelmiş. Onu içeriye aldım, kıyafetlerini yıkadım, onu temizledim, öğlen yemeği hazırladım. Yasağın 6. günüydü, birden polisler kapıyı kırıp eve girdiler. Salonun kapısını da kırdılar bize, “Yere yatın” dediler. Oğlumu ve babasını bir odaya koydular, beni de salonda yere yatırdılar. Onun ayaklarına kapandım “Önce beni öldürün, beni öldürmeden oğluma karışmayın” dedim. Sonra Ferhat’ı kelepçelediler, evi aradılar, evde hiçbir şey bulamadılar. Bodrum’a indiler, avluya baktılar, tandırıma kadar her şeye ateş ettiler. Gübre buldular “Bu nedir” dediler. Ben de onlara tursil, deterjan olduğunu söyledim ama bana küfrettiler. Kalktım, elimi yüzümü yıkamak istedim, izin vermediler. Oğlumun yüzünü yıkadım ve Ahmet’i götürdüler. Ben de gitmek istedim, bana dediler ki “Sen gelirsen sen de terörist olursun, seni öldürebilirler” dedi. Babası elimden tuttu beni içeri aldı, sonrasında ondan 3-4 gün haber alamadık. Polisi aradık Mardin’de olduğunu söylediler. Mardin’de bir avukat tuttuk, sonra onu Nusaybin’e getirdiler. Mahkemede ona Sur’da hendek kazdığı ve sonrasında Nusaybin’e de geldiği suçlamasını, yönelttiler. Oğlum da dedi ki “Ben Kobanî’den geldim, bir şey yapmadım.” Onlar da ona dedi ki “Sen Nusaybin’deki çatışmaya katılmak için gelmişsin.” Ama onu tekrar bıraktılar. Bırakıldıktan sonra tekrar arkadaşların yanına gitti. Bana dedi ki “Ben artık bu davadan vazgeçmem, arkadaşlarımdan vazgeçmem, sen artık benden umudunu kes.” Ondan sonra artık benim hiç umudum kalmadı, sonra Ahmet’in yaralandığını söylediler. O anı hiç hatırlamıyorum sanki aklım başımdan gitmiş. Küçük oğluma dedim “Gel Ahmet’in yanına gideceğiz, yaralanmış.” Kalktık Kewok ve Axîn’in yanına gittik. Axîn sonra Cizre’de şehit oldu, o da bizim akrabamızdı. Ona sordum Ahmet’in durumunu, bana dedi “Hayır yenge ona bir şey olmamış. O iyidir.” Gittim baktım, Ahmet’le beraber 7 kişi yataklarda uzanmış, Ahmet yaralanmıştı orada birkaç tane doktor vardı. Ne diyebilirdim o an, selam verdim. Yemek yaptım onlara sonra tekrar eve döndüm.
Bir süre sonra, kendi evimizden çıkmak zorunda kaldık.
Çünkü Cizre’deki çalışmalarda, insanları kendi evlerinde infaz etmişlerdi, insanları kendi evlerinde yakmışlardı. Bu yüzden Ahmet haber gönderip “Evden çıkın” demişti. Biz de kendi evimizden çıktık, onun amcasının evine gittik. O mahallede çatışmalar yoktu. Bize haber göndermişti “İnsanlar çıktıktan sonra siz de Nusaybin’den çıkın” demişti. Ben dedim “Hayır biz çıkmıyoruz.” Biz onun amcasının evine gittik. Sonra bir arkadaşıyla birlikte, benim yanıma gelip helallik istemişti. Eve baktı bize dedi ki “Nusaybin’den çıkın” ben de dedim “Eğer sen gelirsen biz de gideriz, bir çadırda yaşayabiliriz” bana dedi ki “Hayır ben namussuz değilim.” Sonra vedalaştı, helallik isteyip, motora bindi ve gitti. Sonra ben, kızım, eşim iki tane de oğlum burada kaldık ve çıkmadık.
O son görüşmeden sonra oğlumun 22 Mart’ta, öldüğü haberini aldık. Ben akşam namazını yeni kılmıştım, televizyon izliyordum. Evde eşim ve bir de kayınım vardı. Telefon çaldı ve dediler ki “Ahmet şehit olmuş.” Komşularımız da evlerindeydi sonra bağırdılar “Ahmet şehit olmuş” dediler. Onlar da öyle söyleyince ben artık kendimden geçtim. Kendime gelince, koştum köprüden diğer tarafa geçmek istedim. Dedim ki “Ben de oraya gideceğim. Ben oğlumdan daha mı değerliyim? Oğlum nerede?” dedim. Diğer oğlum izin vermedi “Eğer gidersen bende senle gelirim” dedi. Ve ben durdum… Umarım, bizim başımıza gelen kimsenin başına gelmez. Cenazeyi teşhis etmek için Mardin’e gittik. Bize dediler ki “Cenaze burada değil, biz Urfa’ya götürdük.” Sonra biz de kalktık Urfa’ya gittik. Başka akrabalarımız da vardı bizimle beraber. Telefonlarında ce nazelerin fotoğrafı vardı. Bana gösterdiler ama tanınmaz haldeydiler. Sonra komutan bana dedi ki “Seni götürüp göstereceğim onları, korkmazsın değil mi?’ “Hayır ben korkmam” dedim ve gittim. Onlara baktım, tanımıyordum, sonra ben dedim “Oğlumun ayağında bir işaret var, ben onu oradan tanırım.” O çocukken trene taş atmıştı, sonra orada oynarken tren parmağının üzerinden geçmiş ve parmağı ezilmişti. Nusaybin’deydik, orada üç tane cenazeye baktım, iki tanesi yanmıştı birisinin göğsü yanmıştı. Ama oğlum orada değildi. Bunun nasıl bir duygu olduğunu aslında bilmiyorum. Hiç korkmamıştım, sadece onu görmek istemiştim. O gün bulamadım ama burada üç ay önce bir cenaze daha bulundu. Oğlum dedi ki “Onun fotoğrafı var, o cenaze battaniyenin içine koyarken fotoğrafını çekmiş.” Onun fotoğraflarını gördüm, üzerindeki kazağından ve kemerinden tanıdım, “Bu Ahmet’tir” dedim. Oğlum da “Hayır Ahmet değil, bu Sami’dir” dedi. Sami de onların şehit düşen arkadaşlarından biriydi. Ben o cenazenin oğluma ait olduğunu biliyordum. Eşim “Hadi kalk gidelim, fotoğrafı götürelim” dedi. Onun daha önce aynı kıyafetlerle çektiği başka bir fotoğrafı vardı, avukatın yanına gittik. Avukat bizi savcılığa gönderdi, biz de savcılığa gittik. Elimizdeki fotoğrafı gösterdik, savcı da bize “İkisinin aynı kişi olduğunu düşünüyorum ama DNA testi yapacağız, DNA testi sonucu çıkmadan bir şey söyleyemeyiz” dedi. O günden sonra bir kez daha gittik onun öldüğü yere. Çantası oradaydı, orada çok ağladım. Çantasını gördüğüm zaman çorabı yerdeydi, çorabını aldım çorabının içinde bir kemik vardı, oda ayağının bir kemiğiydi. Çok ağladım, başıma su döktüler. Polisler onu görünce, battaniyenin içinden çıkarmışlar, kemikleri yere dökülmüş, kemikleri dağılmış, kemiklerini tekrar poşete koymuşlar. Bir kemiği kalmıştı, biz orada o kemiği bulduk. Diğer gün kalktım oraya gittim “toprağı kazıyın” dedim. Toprağı kazdık hiçbir şey bulamadık. Ben babası ve kardeşi birlikteydik, ne kadar aradıysak daha bir şey bulamadık. Onlara dedim ki “Günahım sizin boynunuza, bir gün onu burada bulursanız getirip kemiklerini bana gösterin.” Bir yıl üç ay oluyor. 22 Mart onun yıl dönümü. Her gün soruyoruz, memurların adlarını artık ezberledim. Soruyorum onlara diyorlar ki “Dosyası nerede çıkarsa sana söyleyeceğiz” ama ne yapalım düşmanlık işte! Allah hesabını sorsun onlardan.
Akşam mezarlığa gidiyorum, onun da mezarının olmasını çok isterdim. Hevallerin arasında olsaydı, ben de onun mezarına gitseydim, elimle onun mezarına dokunsaydım, mezarını yapsaydım, biraz ağlasaydım orada. Bazen gece uyurken diyorum ki “Bu gece rüyama gel oğlum, nasıl şehit oldun, nerede oldun, nasıl bir yerdi?” Hiçbir yer kalmadı onu aramadığım. Her yerde onun kemiklerini aradım. Nerede aradıysam, onun kemiklerini bulamadım. Mardin’e gittim, oradaki şehitlikte sordum ama orada da bulamadım. Yolda yürürken Ahmet ne yaptı, nereden geçti diye soruyorum, hiçbir saniye, bir dakika aklımdan çıkmıyor.
Biz yaşadığımız sürece bu zulüm aklımızdan çıkmayacak, hayatta bunu unutmayacağız. Neden “Vatanınızı, ülkenizi yıkacağız sizi öldüreceğiz, başkaldırırsanız sizi de bitireceğiz” dediler. Tüm bu olanlardan sonra şimdi diyorum ki, sadece oğlumun kemiklerini bulabilirsem, ben de diğer insanlar gibi ona bir mezar yapmak, onun mezarına gitmek istiyorum. Allah bunların hesabını sorsun onlardan, kanımızı yerde bırakmasın. Biz istiyoruz ki güzellik olsun, iyilik olsun ama güzellik iyilik olsa bile bizim yüreğimiz hiçbir zaman ferahlamayacak çünkü kalbimiz kırılmış. Her şeye rağmen benim inancım var inşallah başaracağız, bu gençlerin kanı yerde kalmayacak. Ben bir kadınım ve çocuklarımızın kanını asla unutmayacağız, onların damla kanı yerde kalmasın istiyoruz. Hükümet konağına gittim, dedim ki “kanlarımız yerde kalmasın. Allah hesabını sorsun neden böyle yüreğimizi parçalıyorsunuz? İnşallah sizin de yüreğiniz yanar” dedim. Biz başaracağız!